LEVEL Dergisi’nin Mart/Nisan sayısına Ghostwire: Tokyo ile ilgili bir ilk bakış yazısı yazmış ve aşırı beklentimin olmamasına karşın kötü de olmayacak bir oyun beklediğimi söylemiştim.
Hatta editörümüz Kürşat ile bir hayli derin istişarelerde bulunmuş ve kendisinin “bu oyun tutmaz” görüşüne saygı çerçevesinde karşı çıkmıştım.
Artık oyunu saatlerce oynamış olmanın verdiği izlenimle şunu net bir şekilde söyleyebilirim: Ghostwire: Tokyo, mesela bir Elden Ring gibi “gözlemlenebilir kainatın en kral oyunu” havası vermiyor ve değil de zaten ama özellikle benim gibi, Japonya fanı birisiyseniz Shibuya sokaklarında zamanın nasıl aktığını siz de fark etmeyeceksiniz demektir.
Ghostwire: Tokyo – Prelude
Oyun 25 Mart’ta PlayStation 5 ve Windows için çıkışını gerçekleştirecek. Yani bu oyunu oynayabilmeniz için ya son nesil bir konsola ya da okkalı bir bilgisayara sahip olmanız lazım. Ama üzülmeyin! PS4 ve yine okkalı PC’si olmayanlar Ghostwire’ın Prelude, yani giriş bölümünü ücretsiz olarak oynayabilirler! Ya da izleyebilirler mi demeliydim? Çünkü bu bir saatlik ücretsiz içerik bir görsel roman ve esas oyunumuzun öncesini konu alıp bize bir nevi oyun dünyası ile karakterleri tanıtmakta. Şimdi, üzülmeyin falan dedim de o işin şakası. Dediğim gibi, kısa bir merhaba videosu gibi bir şey ve eksik kalmak istemediğimden ben de yükledim – oynadım/izledim – sildim. Gelgelelim esas oyunda K.K. karakteri başta olmak üzere diğer gördüğüm karakterlerden bahsedilince ben bunları tanıyorum diyebilmek küçük de olsa hoş bir ayrıntı.
Prelude sürümünde bize anlatılan kısaca şuydu: Gerek Tokyo’da gerekse Japonya’nın başka yerlerinde insanlar kaybolmaya ve doğaüstü olaylar görülmeye başlanmıştır. Tabii kimse bunun üstüne gitmez (bizim K.K. ve ekibi hariç) ve sosyal medyada efsane olarak dilden dile dolaşır. Derken esas oyunda kaybolma sayısında ani bir patlama yaşanır ve koca Tokyo’da herkes ortadan kaybolur. Gizemli bir sis değdiği herkesin ruhunu alıp götürür. Tam sıra bizim Akito adlı esas oğlanımıza gelecekti ki, bahsini ettiğim K.K., Akito’nun içine girer ve yok olmasını engeller.
Elbette K.K.’in kendi planları vardır. Amacı Akito’nun vücudunu ele geçirip kendi işini görmektir ama Akito’nun vücudunu bırakacak hali yoktur:) Yani içinde K.K. sayesinde ruhani güçlere de kavuşan Akito, Tokyo’nun belki de son umudu olacaktır. Lakin Akito’nun öncelikli hedefi hastanedeki kız kardeşidir. Amaaaaa… Bu oyunun bir de kötü adamları olacak değil mi? Bolca döveceğimiz yokai’lerin (kötü ruh) yanı sıra, esas kötüler Hannya maskeli tiplerdir. Ve Akito’nun kız kardeşi de hedefleri arasındadır. Ne büyük tesadüf değil mi? Sonuç olarak, K.K. sayesinde Akito’nun Dr. Strange tarzı güçleri olur ve Shibuya da oyun parkımız olur.
Taşı toprağı altın Shibuya
Oyunda kontrolleri ilk ele aldığınızda gidebilecek yerler bayağı bir kısıtlı. Hatta tekdüze çünkü oyunun ilk bölümü tutorial tadında. Büyü nasıl atılır, nasıl hareket edilir, düşmanla ilk temas falan. İlk gördüklerimiz zaten şemsiye tutan Slenderman’lar. Yenmesi basit. Daha sonra çeşitlilik giderek artmaya başlıyor ve üstelik, hepsinin Japon mitolojisinde yeri var. Bunlara Yokai, yani kötücül ruh denmekte. Nekomata, zashiki-warashi, kağıt bebekler gibi türlü türlü ruh oyunda mevcut. Elbette bizlere yardımcı olanlar da var. Marketlerde kasiyerlik yapan ruhani kediler, bizlere özelliklerimizi arttırmaya yönelik güçler veren Buda’lar ve çatılara çıkmamızı yarayan Tengu’lar gibi.
Evet, oyunda sadece sokaklarda gezmiyoruz. Çatılarda tepinebilmekte, bazı yerleşim alanlarına girip bulmacalar da çözmekteyiz. Biraz Ubisoft’un Far Cry ya da Assassins Creed oyunları gibi düşünün. İlk önce haritada her yer kapalı. İlerledikçe ve tapınakları arındırdıkça gezilebilecek ve yapılabilecekler artıyor, yan görevler boy göstermeye başlıyor ve toplanabilir nesneler var. Aynısı, değil mi? Her oyunda olduğu gibi toplanabilir nesnelerle uğraşmamayı tercih ediyorum ben. Bu nesneleri para karşılığında satabiliyorsunuz ama şimdilik fazla paraya da ihtiyaç duymadım. Ben daha çok etraftaki boş gezinen ruhları toplayıp bunları XP’ye çeviriyorum. Tahmin edeceğiniz üzere oyunda bir level atlama sitemi var ve karakterinizin özelliklerini güçlendirebiliyorsunuz. Daha hızlı büyü, daha fazla sağlık depolayabilme, havada daha fazla süzülebilme gibi. Akito’yu dilediğiniz gibi şekillendirebilirsiniz.
Ghostwire: Tokyo’da beğenmediğim yerler de elbette mevcut. İlki dövüş sistemi. Kötü ve sıkıcı değil ama akıcı yahut estetik bir yanı da yok. Şu ana kadar karşılaştığım düşmanların neredeyse yüzde doksanı size bir şey atmıyor. Yani üstünüze gelip vurmaya çalışıyorlar. Sizin de tek yaptığınız geriye geriye gidip R2 tuşuna abanarak büyü atmak.
Büyü demişken; oyuna rüzgar büyüsü ile başlıyorsunuz. Sonrasında ateş ve su büyülerine de sahip olacaksınız. Her birinin özelliği ve tarzı farklı. Sanırım oyunun sonunda Avatar olacağım. Neyse konuya döneyim; dövüşler tekdüze. Şimdiye kadar boss diyebileceğim bir ruh ile kapıştım ve onda da durum farklı değildi. Uzak dur, geri geri giderek büyüyü salla. Şimdiye kadar bir esprisini göremedim. Bir diğer nahoş bulduğum yer ise Shibuya’nın kendisi. Yanlış anlaşılmasın, şehirde gezmek eğlenceli.
Çok güzel tasvir edilmiş ve bir hayli detaylı. Özellikle çatılardan aşağıya bakmak, kocaman neon tabelaların altında gezinmek çok eğlenceli. Fakat garipsediğim kısmı, şehir bomboş. Hani dedim ya, herkes kayboluyor diye. Şu an ikinci bölümdeyim ve şehirde bir Allah’ın kulunu daha göremedim. İnsan olarak tabi. En azından kaybolmaktan kurtulmuş, sağda solda gezinen insanlar, ne bileyim korkmuş sana saldırıyorlar falan görmek iyi olurdu. Ama dediğim gibi daha ikinci bölümdeyim ve nelerin karşımıza çıkacağı belli olmaz.
Hayaletlere fısıldayan adam
Genele dökecek olursam Ghostwire: Tokyo’yu severek oynamaya devam ediyorum. Japonya, Japon Kültürü zaten ilgi alanım olduğu için atmosferi beni bir anda içine çekmesini başardı. Gerek K.K’in anlattıkları gerekse dokümanlardan (evet, meşhur okumalık yazılar…) öğrendiklerimiz ilgi çekici. Akito ve K.K. arasında kurulan ilişki de çok başarılı. Shibuya zaten çok güzel resmedilmiş. Bir tereddüttüm de oyunun grafikleriydi fakat oyuna başladıktan sonra bu konuda bir sıkıntım kalmadı.
Görsel olarak oyun şahane. Özellikle 4K büyük ekranda oynadığınızda farkı görüyorsunuz. Yani sağda solda gördüğünüz ekran görüntülerine pek aldanmayın. Bunlar genelde 1080p ve tam olarak oyunu yansıtmıyor diyebilirim. Dövüşler de daha akıcı olsaymış tadından yenmezmiş. Gerçi şu da var; sorsanız bana oyunda şu ana kadar ne yapıtın diye, size yüzde kırk ruh öldürdüm ve yüzde altmış gezindim – yan görev yaptım derim. Daha kapsamlı bir incelemede oyunun tamamını ele aldığımda final notumu elbette vereceğim.
Gelgelelim şimdilik Ghostwire: Tokyo, insanlığın beklediği o “über” oyun olmasa da kendisini severek oynattırıyor.
Eh, gideyim de oynamaya devam edeyim.
Rafet Kaan Moral