Assassin’s Creed IV: Black Flag

    0
    38

    Her dönemde, kendine yer etmiş ve adını ziyadesiyle duyurmuş birçok farklı oyun bulunmaktadır. Özellikle devam yapımları gelen isimler, dönüp geçmişe baktığımızda, tek başına kalmış oyunlara göre çok daha fazla bilinir. Buradaki esas önemli kısım, özellikle 90’lı yıllarda üretilen yapımların devam oyunlarının, ilkini oyunu katbekat sollamasıdır. Günümüzdeki yapımlarda bu mantık, artık yok denecek kadar az ki zaten çok az miktarda seri 2000’lere damgasını vurabildi. Şimdi hepsini tek tek saymayacağım ama oyun sektörünün geneline baktığımız zaman, üretilen oyunlara hesapla bilinenler, resmen bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az gibi görünür. İşin benim için en önemli boyutuna gelecek olursak, tıkanan oyun yapılarına renk getirmektir. İşte Assassin’s Creed serisi, ilk oyununda bunu başardı. Zaten bilenen bir türü öyle bir şekilde bize geri sundu ki ne yapacağımızı şaşırdık. Hiç kimsenin aklına bile gelemeyecek büyüklükte bir Kudüs ile karşımıza çıktı ilk oyun. Tamamen canlı bir şehir ve aslında bu şehrin karanlık tarafının da olduğunu bize deneyim ettiren bir oyundu. Akabinde kendimizi İtalya’da bulduk, sonra da bir anda Amerikan İç Savaşı’na karıştık. Şimdiyse rota çok daha farklı bir yerde, 1715 yılında… İçinde bulunduğumuz yıl, Sanayi Devrimi gerçekleşinceye kadar geçecek olan sürenin en kritik dönemlerinden biri zira uzun süredir devam eden Portekiz, İspanya, Hollanda ve İngiltere ve Fransa gibi dönemin dev güçlerinin denizler üzerinde hâkimiyet kurma çabalarının bir anlaşmayla sona erdiği dönemden sonra geçer. Böyle anlatınca çok bir şey ifade etmiyor belki ama düşünün, yıllarca denizlerde savaşmışsınız ve bölge ele geçirmek için kim bilir ne çeşit insanlar ve organizasyonlarla birlikte çalışmak zorunda kalmışsınız. Daha da önemlisi, kim bilir kaç bin insan -tıpkı günümüzde olduğu gibi bu savaşlardan ekmek yiyordu. (Emin olun çok fazla!) Anlaşma yapan dev güçlerin ardından resmen işsiz kalan farklı bir zümre insan, soluğu tepkilerini koymak için bu devlere savaş açmakta alıyor. Bizim için önemli olan tarihi bilgiyse korsan ittifakının varlığı ve bu insanların kısa zamanda Karayipler’de yaşamaya başlamaları olacaktır. Gerisini siz bana bırakın…

    Yelkenleri indirin!
    Oyuna başladığım anda, kendimi bir geminin içinde buldum. Resmen kaptanlığını üstlendiğim gemiyle karşımda bulunan düşman birliklerine karşı savaşamam gerekti. Her ne yaptıysam onları bir türlü yenemedim ki meğer senaryo böyleymiş, nereden bileyim. Bendeki iddialı oyuncu beyni, illa kazanacak! Uzun lafın kısası, oyun gemi savaşıyla açılıyor ve bir süre sonra havaya uçuyoruz. Karaya çarptığımız anda, kendimizi yanımızda yeni bir gemi inşa etmemiz ve bulunduğumuz yerden kaçmamız için her şeyi ama her şeyi yapacak kaptanla yatar halde buluyoruz. Bu dakikadan sonra Edward Kenway’in kontrolü elimize geçiyor. Kaptan birazcık sinirli ve hatta öyle ki eğer silahında mermi olsa çoktan ölmüştük. Neyse, o kaçıyor, biz kovalıyoruz ve içine sıkıştığımız adadan bir şekilde kurtuluyoruz. (Spoiler geliyor! Söylemem lazım hemen yoksa olayların arkasındaki mantık oturmaz kafalarda.) Adada yapacağımız görevlerden ziyade, bizim işimiz kaptanla. Kendisi bir Templar ve biz de tüm bu büyük resimdeki suikastçıyız. Pek planlandığı gibi gitmese de nihayetinde onu öldürmek zorunda kalıyoruz. Bu dakikadan sonra artık klasik korsan kıyafetlerine sahip olan Edward Kenway değiliz. Kim olduğumuz da birazcık sır kalsın da siz oyunun başına oturduğunuzda öğrenin. Şimdi sırada, adım attığımız yerlerde tanınmamaya ve başka bir insanın adıyla işlerimizi yürütmeye geliyor. Bu arada yapacağımız ilk iş, Templar’ların arasına girmek. Nasıl girdiğimizi merak edenler için ufak bir not düşeyim. Kaptanı öldürdüğümüz anda onun üzerinden bir mektup çıkıyor ve mektupta uzun süredir beklendiğimiz yazıyor, beraberimizde de özel bir eşya taşıyormuşuz. Bizi ilgilendiren kısımsa uzaktan uzağa haberleşen gizli örgütün her üyesinin birbirini tanımıyor olması ve ancak denk gelirse, o da yıllar içinde bir defa birbirini görebilme ihtimali. Edward da bu detayı yakaladıktan sonra elinden geldiğince kaptan rolüne soyunuyor ve olaylar bu şekilde devam ediyor. Konu hakkında daha fazla konuşarak tadınızı kaçırmak istemiyorum ama ortalama bir saatlik oyun deneyimimizden sonra zaten yakayı ele veriyor ve oyuna tam anlamıyla ancak kendi tayfamızı oluşturmaya çalıştığımız görevle başlıyoruz. Tamam, sustum, başka spoiler yok! Sadece oyunun başlamasının düşündüğünüzden daha fazla süreceğine değinmek istedim. Yapımcı ekip bu sefer daha farklı bir sunumda bunlunmuş anlayacağınız; aksiyon dolu bir girişin ardından tam olaylar şekilleniyor derken, bambaşka bir maceraya atılmak. Yani keşke bu kadarla sınırlı kalsa oyunu üç – dört saat oynadıktan sonra anlayacaksınız esas macerayı. Ha, bu arada değinmek isterim ki her AC oyununda olduğu gibi envaiçeşit yan görev ve yapılacaklar kısmı Black Flag’de de kendisine yer bulmuş durumda. Eğer direkt olarak senaryoya saldırırsanız, olaylar çok daha hızlı şekillenecektir. Fakat benden tavsiye, bu oyunun tadını çıkarmak için etrafınızda beliren tüm görevleri yapmaya çalışın. Hele hele deniz görevlerini yapmadan bu oyunu bitirdim diye bir şey söylemek yalan olacaktır.

    03

     

    Deniz, kara, gökyüzü; hepsi bir arada
    Olaylara ilk olarak günümüzden başlamak lazım, artık o eski firmayla çalışmıyoruz. (Çizgi romanı okuyanlara da el sallayayım istedim.) Bu sefer hafızalara ziyareti mümkün klan firmanın adı Abstergo Industries ve gördüğüm kadarıyla gereğinden fazla Fransız insanı işe almışlar; hatta bu firma, olayı eskiden olduğu gibi gizli saklı yapmaya da çalışmıyor ve tam tersine hafıza işini resmen müzeye dönüştürmüş. İçinde bulunduğumuz binanın her yanında eski oyunlardan görseller yer aldığı gibi, burayı ziyarete gelen insanlar da bulunmakta. Bölgemiz Sample 17 Studio ve hafıza dışında yaşadığımız dünyaya elimize tutuşturulan bir tabletle geziyoruz. O bildiğimiz soğuk Animus merkezi de artık bir ofise dönüştürülmüş. “Melanie Lemay” isimli kadından gerektiği takdirde “gerçek” hayat hakkında daha fazla bilgi alabiliyoruz.
    Dönelim 1715’e. Küba’dayız. İngiliz – İspanyol savaşının en çok etki ettiği ve haliyle en çok konuşulduğu yer burası. Yakalanıncaya kadar da burada kalacağız. Bir sonraki yolcuğumuzsa Nassau’ya olacak. Oyunda zaten birçok ada bölgesi bulunuyor. Küba, Bahama, Panama, Havana, Tortuga, Cayman Adaları ve Florida gibi, ortalamadan çok daha fazla bölgeye sahip. Benim oyunda ilk dikkatimi çeken şey grafik optimizasyonu oldu. Sanıyorum herkesin ilk olarak dikkatini çeken de bu kısımdır. Şimdi yalan söylemeyeyim; günümüzdeki birçok oyunda olduğu gibi, Black Flag yeni nesil odaklı bir yapım zira görüntü yenilenme hızı bir hayli düşük. Özellikle kalabalık savaşlardan çıkıp daha az bölgeyi gördüğümüz bir görüş açısına geçtiğimiz anda aradaki fark kabak gibi ortaya çıkıyor. Yanlış anlaşılmasın, bu bir eksi değil, çoğu firma an itibariyle aynı sorundan muzdarip. (Bakınız, FIFA 14 de yeni grafik motorunu, yeni konsollara saklıyor.) Onun haricinde her şey yolunda. Görsellerde eskiye oranla büyük değişiklikler söz konusu değil. Hala aldığımız yeni eşyalar aynı şeklide üzerimizde beliriyor, binalar hala aynı güzellikte. Karakterimize de mükemmel bir özellik eklenmiş ki bu beni benden aldı. Bugüne kadar çıkmış olan tüm AC oyunlarını bitirmiş birisi olarak en çok muzdarip olduğum “sağa sola dönme” sorunsalı bu oyunla tamamen ortadan kalmış. Artık karakterimiz, ani olarak kendisine yön verdiğimizde inanılmaz insansı bir animasyonla o yöne doğru kayıyor. Yani direkt o yöne dönmek yerine sadece adımını o tarafa doğru alıyor. Bu sayede hızlı giderken, sağ – sol yaparak önümüzdeki engelleri geçebiliyor, takip görevlerinde karakterimizi saçma bir tarafa zıplarken bulmuyoruz; hatta abartmayayım ama bu, Black Flag’in bence en iyi artısı. Madem karakterden başladım, onun üzerinden yol alıyorum efendiler. Genel karakter animasyonları, önceki oyundan çok da farklı değil, onu hemen belirteyim. Fakat dönem değiştiği için silahlar ve zırhlar üzerinde büyük farklılıklar söz konusu. Bir defa korsan dediğin adamın tek kılıcı olmaz, makbulü ikidir ve Edward’ın da iki adet kılıcı bulunmakta. Saldırılarında her daim ikisini de kullanan Edward, önceki oyunlara göre çok daha nicelikli kombolara sahip ama bunlar ne kadar nitelikli, orası tartışılır. Oyunun henüz başında zaten iki adet kılıca kavuşuyoruz. Bu dakikadan sonra iş tabancalarda! Konu hakkında ne kadar bilginiz var, bilmiyorum ama korsan dediğin adam, üzerinde saklı bulunan tabanca miktarıyla kalitesi artan bir bünyedir. İşte bunun çok da iyi farkında olan Ubisoft Montreal ekibi, Edward’ın üzerinde dört silah taşımasına izin vermiş. Tabii ki başlangıçta tek silahla başlıyoruz ama oyun içerisinde bulunan geliştirmelerle silah miktarımız dörde kadar çıkabiliyor. Silah miktarının artışının oyuna da büyük bir etkisi var. Resmen Devil May Cry gibi kombolar yapmak mümkün artık! (Abarttım ama potansiyel var yani, yürür.) Dört silahı ardı ardına ateşleyebildiğimiz gibi, normal saldırı kombolarımızın arasına mermiler serpiştirmek de mümkün. Yani o kadar hızlı geçişler değil bunlar belki ama önümüzdeki adamı pataklarken, bir anda sağdan ve soldan gelen iki adamı öldürebilmek harika bir görsel şölen yaratıyor. Bu arada silahların tek mermide bir adamı alaşağı ettiğini de unutmamak lazım. Düşmanlardaysa durum biraz daha farklı ve tabancaları bizi ancak altı – yedi vuruşta öldürebiliyor ama tüfeğe sahip olan kırmızı ceketlilerden ölümüne kaçın, yoksa orada ölürsünüz, en azından deneyin; tek mermi de sağlığı sıfıra indiriyorlar, sonra “ne oldu abi öyle” demeyin.

    02

     

    Bu kadar savaştan bahsetmişken, birazcık daha detaya girmekte fayda var en beğendiğim okur. Şimdi dört silaha kavuşuncaya kadar genelde işimiz kılıçlarımızla oluyor, hatta silahları doldurmak uzun süre aldığı için kalabalık savaşlarda en fazla bir defa ateşleyebiliyoruz. Yakın dövüş esnasındaysa özellikle ilk iki oyunda bulunan, “deflect” ve saldırı tuşuna doğru zamanda basarak tek seferde düşman öldürmekten eser kalmadığını belirteyim. Montreal ekibinin de uzun zamandır peşinde olduğu, birçoklarının canını çok sıkan bu detay, ikinci oyunda daha ağır zırhlı ve vuruşları karşılanamayan karakterlerle dengelenmeye çalışılmıştı ama istenen sonuç elde edilememişti. Black Flag’deyse savaşlarda refleks olarak üç tuşu birden kullanmamız gerekiyor. Kimi birimler, düz saldırılarımızı hep bloklayabiliyorlar. O yüzden önce bloklarını açmamız, hemen akabinde saldırmamız gerekiyor. Üzerimize gelen saldırılar, vuruşu yapacak kişinin üzerinde çıkan kırmızı ünlemle belirtiliyor. Tam bu anda deflect tuşuna basmamız lazım ki ancak o zaman üzerimize gelen saldırıdan kaçabiliyoruz. Tabii ki ardından kafa göz girmemiz işten bile değil. Kılıçlarımızın gücü üç kategoriden oluşuyor. Size bir ipucu vereyim: Kendi deneyimlerime göre silahın hızından çok verdiği hasar hep artı bir avantaj zira ortalık bir anda mahşer yerine dönebiliyor. Benzeri bir durum tabancalar için de geçerli. Oyunun ilerleyen kısmında, ateş gücü “1” ve “2” gibi rakamlara sahip olan silahlar işlevsiz kalıyor. “Stun” gücü yerine mümkünse ateş gücüne gidin derim. Savaş sisteminde olan gelişme gerçekten etkileyici ama hemen eksiyi de yapıştırmak istiyorum. Şöyle ki oyuna alıştıktan sonra zamanlamayı çok kolay bir şekilde ayarlayabiliyorsunuz, bunu Black Flag’i deneyim edenleriniz de göreceklerdir. Hal böyle olunca da yine suikasttan eser kalmıyor geriye. Kaç kere daldım orta yerde askerlere, siz deyin 10, ben diyeyim 30 tane adamı yere serdim. Nasıl mı? İlk oyundan beri ısrarla geliştirilmeyen, Cüneyt Artık Bizanslısı modeli yüzünden! Yahu neden herkes tek tek saldırıyor arkadaş? Girişin işte bana, bitsin bu iş. Ha, öyle de oyun çok zor olur deniyorsa bari aynı anda iki – üç kişi saldırsın yahu. Çok mustaribim okur bu konuda, çok! Bir de Smoke Bomb söz konusu ve attığımız anda çevredeki tüm askerler bundan etkileniyor ve kaçmak ya da kendilerine girişmek için muazzam bir zaman tanıyorlar. Ben ata ata dünyayı kılıçtan geçirdim, şahitlerim var.

    Daha iyi korsan olmak için avcılık şart
    Hayvan derisi toplayıcılığı Black Flag’de de kendisine harika bir yer bulmuş. Başta adalar olmak üzere, haritanın birçok yerinde envaiçeşit hayvan bulunmakta; kimileri sessiz sakin avlanmayı beklerken, kimilerinin yakalanması ziyadesiyle zor. Hele bir de denizde yakalamamız gerekenler var ki hiç sormayın. (Beyaz Balina derisiyle oyundaki en özel geliştirmelerden biri yapılabilmekte…) Şimdi karadan devam edelim, deniz kısmına geleceğim. (Bir yerlerde kutu da olacak.) Geliştirmelerin en temeli aslında ikiye ayrılıyor. Daha doğrusu gerekli hayvan derisine sahip olsak bile oyunun başında sadece “Health” ve “Pistol Hoster” geliştirmelerini yapabiliyoruz. Her ikisinin de dört adet seviyesi var ve her yeni seviye, farklı hayvan derileri istiyor. Her iki geliştirme de kaçırılmaması gerekenler listesinin başını çekiyor çünkü her yeni seviye Health geliştirmesi %25 sağlık veriyorken, her yeni Pistol Hoster geliştirmesi bir adet daha fazla silah taşımamıza imkân tanıyor. Dört silaha kavuşmak, sizin de hesaplayabileceğiz üzere birazcık vakit alıyor. Topladığımız hayvan derilerini satmak da mümkün, keza satın da alınabiliyor ama alış fiyatları bir hayli tuzlu. Bu iki ana geliştirmenin yanında, Pistol Ammo Pouch, Smoke Bomb Pouch, Dart Pouch, Berserk Dart ve Sleep Dart gibi özellikle oyunun ilerleyen kısımlarında rahata kavuşmamızı sağlayan eşyaları da hayvan derileriyle üretiyoruz. Yani neymiş? Hayvan gördün mü kovala!04


    Denizler üstünde ve altında fersah fersah

    Karada neler yapılabileceğini tüm oyun dünyasına çoktan kanıtlayan Ubisoft Montreal, iki oyundur denizlere yönelmiş ve özellikle bir önceki oyunda amacını fazlasıyla belli etmişti. Zaten bu kaçınılmaz bir sondu. Karakterin sağ sol adım gelişiminden sonra en çok beğenimi kazanan şey açık ara denizler oldu. Eminim ki adamlar denize bile yapımcı ekipten birilerini, “Bak bakalım deniz nasılmış?” diye yollamışlardır. İlk detaysa denizin görünüşünde gizli ve bildiğin gerçek deniz yapmışlar, daha iyi açıklayamam. Dalgalar ve dalgaların gemi üzerindeki fiziksel etkileri muazzam. Karadan açıldığımız zaman farklı deniz olaylarıyla karşılaşabiliyoruz. Hortumlar korkulu rüyam oldu. Bir anda ileride gözüken hortumlar, çok gerçekçi bir şekilde ve rastgele göre yol alıyor, kaçınmanın yegâne yoluysa olabildiğince farklı noktalara yönelmek. Bir defasında üçünün ortasında kaldım, en son karakterim gökyüzüne ışınlandı, net. En çok can yakan ve dikkat gerektiren ise “Rouge Waves” isimli dev dalgalar. “Dev” derken, gerçekten ekran boyu dalgadan bahsediyorum. Zaten haritada da gözüküyor bu dalgalar. Olayın bu kadar ciddi olmasındaki sebep, ola ki yan tarafımızdan çarparsa gemimizin %80 gibi bir ihtimalle tamamen yok olması. Ona karşı yapılacak iki şey var: Birincisi, dalgayı direkt burundan almak ki bu sayede neredeyse hiç hasar almıyoruz. İkincisi, gemiyi yavaşlatarak tüm ekibi eğilmeye zorlamak. İşin zorlaştığı nokta, savaşın ortasında bu dalgaya maruz kalmak. Bir yandan devasa top mermilerinden kaçarken, diğer yandan bu ince hesabı yapmak hem zor, hem de arada çok fazla zarar almamız işten bile değil. İşin iyi tarafıysa düşman gemilerinin de bu dalgalara karşı neredeyse hiçbir şey yapmamaları; adamların tek hedefi biziz azizim.

    Kara gözüktü!
    Assassination Contract’lar ilk oyundaki suikast kısmı ve sizlerin de bildiği üzere artık ana oyundan tamamen ayrılmış durumda. Kontratların en önemli kısmı tabii ki para ve eğer biraz daha fazla para kazanmak istiyorsanız, hiç savaşa girmeden hedefi öldürmeniz gerekiyor ama işte bu sistem bence oyunun temel dinamiklerini öldürmüş durumda. Gidip bir güvercin kafesinden kimi öldüreceğimi öğrenmek, beni ziyadesiyle mutsuz eden gelişmelerden sadece bir tanesi… Benim oyuna olan en büyük eleştirimse yeteri kadar yenilik barındırmaması. Evet, deniz teması muhteşem bir şekilde karşıma çıktı ve inanın karada yaptıklarımdan katbekat daha fazla keyif aldım ama işte beni bitiren o kara kısmı oldu. Olay bir suikastçıyı oynamaktan çok resmen hapis kaçağını yönetmeye dönüştü. Özellikle yeteneklerimiz karşında düşmanlarımızın çaresiz olması ve bu sebepten herhangi bir görevi o ya da bu şekilde tamamlayabiliyor olmak beni pek mutlu etmedi. Ana senaryo, her AC yapımında olduğu gibi yine muazzam; NPC’ler olsun, ana karakterimiz olsun, çok güzel bir şekilde yedirilmiş senaryoya. Yine de beklentim biraz daha yukarılarda ve Connor ile oynadığımda da benzeri duygular içerisindeydim. Sözün özü, her AC fanatiğinin keyifle oynayacağı, türün beğenenlerinin kaçırmaması gereken bir yapım. Fakat deniz / korsan temasını sevmiyorsanız, sizi önceki oyunlara geri alalım çünkü Black Flag her yönüyle denizlerle ilişkili.

    Ertuğrul Süngü