Bloodborne

    0
    35

    Ve onlar, karanlığı seçtiler…
    Ölümün gecesinde, ışığın son demlerini yaşayan bir kasaba. Ah, kim bilebilirdi ki bunların olacağını… Şifa dağıttığı söylenmişti oysaki. Hikayeler vardı… Kan öksüren bir çocuk burada iyileşmiş, topallayan bir adam bu kasabaya uğradıktan sonra koşabilmenin keyfini tatmıştı.

    bloodborne13

    Bu kasaba ümit vaat ediyordu; her ümit yolculuğu için methiyeler diziliyordu. Büyülü olduğu bile söylenmişti hatta. İnananlar göçlerden birinde kendine yer bulmuştu, inanmayanlar kilisenin buyruğuna ters düştükleri için inançsız olarak adlandırılmışlardı.

    Büyük umutlar, büyük hayaller, bir gecede kesildi. O elem karanlıkla birlikte Yharnam’ın umut ışığı söndü. Gece bir kez indi, bir daha da kalkmadı.

    Kasabanın sakinleri vardı, iyi insanlardı hepsi kendilerince. Hepsi sadece bir günde cadı avına çıkmış, gözü dönmüş yaratıklara döndü. Hayallerinizin en kuytu köşelerinde yaşayan, kabuslarınızın başrolündeki yaratıklara dönüştüler. Ellerinde hala çapa için gereken tırmıkları vardı. Kullanmadıkları keserleri buldular, kendilerine devasa silahlar inşa ettiler. Hepsi içlerindeki zebaniye yenik düşmüştü… Belki de hepsi değil.

    Yharnam’ın kendince bir umudu vardı. En azından evlerinde, kapalı kapılar ardında kalanlar hala bir umut besliyordu. Tanrıya olan inançlarına, kiliseye olan sarsılmaz güvenleri onların hem umudu, hem de deliliklerinin başlangıcı olmuştu.

    Her gece bir mum üflediler, bir dilek dilediler.

    Günlerin sonunda, ellerinde sadece yalnızlıkları ve karanlık gölgeleri kalmıştı…

    Lanetin vücut bulmuş hali
    O kadar karanlık bir oyun ki Bloodborne, size sayfalar boyunca karanlık öyküler anlatabilirim. Oyunu oynadığım sürece içim öylesine karardı ki sabahları uyandığımda, oyunu oynadığım gece sürreal bir anı gibi geliyordu.

    bloodborne14

    Bunda elbette ki From Software ve “Souls” serisinin yaratıcısı Hidetaka Miyazaki’nin büyük bir katkısı var. İlk defa yeni nesil için bu tarzda bir oyun yayımlanıyor ve yapımcı ekip, Miyazaki’nin önderliğinde görsel anlamda gerçekten çok iyi bir iş çıkartmış.

    Her şey Yharnam adındaki bir kasabada geçiyor. Eskinin şifa dağıtan kenti artık başkalaşım geçirmiş, halkın sokaklarını turladığı bir karabasana dönüşmüş durumda. Biz de bir avcının rolünde bu şehre adım atıyoruz. Üstelik ölümden dönen, seçilmiş bir kişi… Bizi kim seçti, neden Yharnam’da vakit geçiriyoruz, bunları bulmak ve anlamak için oyun boyunca yayımlanan ufak detayları takip etmeniz gerekecek.

    Aslında durum şu. Miyazaki Demon’s Souls ile başlayıp Dark Souls ile devam eden serüveninde, Dark Souls önde olma kaydıyla bir dünya yarattı. Dark Souls da hikayesi çok arka planda olan bir oyundu, Dark Souls II’de de durum değişmedi. Ne var ki meraklı oyuncular neyin peşinde olduklarını araştırarak Miyazaki’nin dünyasını iyiden iyiye ortaya çıkarttı. (İnternette Dark Souls’un geniş evreni hakkında çok yazı bulabilirsiniz zaten.) Bloodborne da bu klasmanda kalan bir oyun: Hikaye hep arka planda, araştırmasını bilene ise karanlık bir öykü vaat ediyor.

    Gelsin ilk eleştiri. Efendim, şimdi ben araştırmacı bir kişiliğim; bana enteresan, gizemli konular var deyin, ben oturup onlarla ilgili tonla yazı okuyayım, eyvallah. Lakin Bloodborne’daki gizemli hikaye durumunu herkes kabul etmek zorunda değil. Bu oyunu okuldan bulduğu iki saatlik zamanda oynayacak olan da var, çalıştıktan sonra eve gelip kafa dağıtmak isteyerek başına oturacak olan da… Şimdi sen bu insanları büyük bir amaçsızlığın içine atarsan, o adam ne uğraşsın araştırmak için? Bunu şöyle düşünün: Bir kitap alıyorsunuz zevkle okumak, atmosferine kapılmak için ama kitap size bir arka plan yaratmadan, karakterleri anlatmadan, ortadan girip diyor ki: “Ve eline aldığı baltayla önündekini sekize böldü. Hırslıydı ve başaracaktı! (Neyi?) Karanlıkla olan mücadelesinde ilerledi, savaştı ve o büyük kötülükle karşılaştığında titredi; onu tanıyordu! (Biz tanımıyoruz?)” Şimdi ben bu kitabı niye okuyayım? Bu konular belki açıklanır diye sayfa sayfa ilerlemek zorunda mıyım? Daha da kötüsü kitap sonlara geldiğinde bana şunu dese hoş olur muydu: “Tüm olayların gizemini öğrenmek için satır aralarını takip edin…” Yahu ben güzel bir serüvenin içine düşeyim diye almışım bu kitabı; satır arasını bulacağım diye çaba sarf edeceksem ne anlamı kaldı?

    Bloodborne’un açık ara en kötü kısmı bu senaryo eksikliği. Dilerdim ki neden savaştığım biraz daha netleşsin, biraz daha fazla diyalog olsun, belki ara sahnelerle konu daha da güzel anlatılarak ilerlesin ama yok… Varsa yoksa yaratık kes, kes ve kes. Bana ters geldi. Bu kadar karanlık bir atmosferin içine çekiliyorsam ortada neler döndüğünü de bilmem gerekir. İlla internete dalıp köşe bucak “lore” okuyacaksam bu işte bir terslik olduğunu düşünürüm ben… (Bu durum biraz da Japon kültürüyle ilgili aslında; izlediğim tonla anime’de ve Japon filminde de benzer belirsizlikler görmedim değil.)

    Sefiller
    Bu bağlamda da oyuna başladığınız anda kendi başınıza bırakılıyorsunuz. Ne yapmalısınız, nereye gitmelisiniz, ne bir uyarı var, ne de bir gösterge. Hele ki daha oyunun hemen başında silahsız bir şekilde, kocaman bir yaratıkla karşılaşıyorsunuz. Bir şekilde ondan kurtulacağınızı düşünerek koşuyor, kapıları açıyorsunuz ama yaratık sizi birkaç vuruşta indiriyor ve öldüğünüz söyleniyor. Tekrar denemeniz gerektiğini düşünürken de Hunter’s Dream adında bir bölgede uyanıyor ve Messenger adındaki ruhani yaratıklardan silahlarınızı alıp aynı yere, tekrar yollanıyorsunuz. Bu defa silahınız olduğu için yaratığı da yeniyor ve yine kendi başınıza bırakılıyorsunuz.

    bloodborne15

    Ve bu noktada da Yharnam’ın kocaman bir labirent olduğunu keşfediyorsunuz. Yharnam Ortaçağ’dan kalma bir Hristiyan kenti gibi duruyor ama dilerseniz Viktorya dönemi İngiltere’si de diyebiliriz. Gotik mimarideki kocaman yapılar, dar sokaklar, bolca dikey yükseklik… Yharnam size kısa yollar da sunuyor, upuzun merdivenler de, zindana inercesine ilerlediğiniz kapalı bölgeler de… Üstelik bunların çoğuna ulaşıp ulaşmamak sizin elinizde. Mesela yine oyunun başlarında, Cleric Beast’i yenememenin verdiği buruk hisle Yharnam’ı gezmeye başladım ve merdivenlerden inilerek varılan bir yere geldim. Burada beni, sokakta gördüğüm yaratıklardan farklı bir şey karşıladı ve tek vuruşta yarı sağlığımı alınca ben de oraya gitmenin vaktinin gelmediğini anladım. Zamanında Gothic’te yaşadığım bu, “zamanı gelince tehlikesi azalan” bölge mantığı Bloodborne’un da sınırlarını çiziyor.

    İkinci eleştirimi yapmadan önce de size oynanıştan bahsetmem gerekiyor. Şimdi Dark Souls’u oynayanlar ve bu seriye hiç bulaşmamış olanlar olarak ikiye ayrılın. Önce Dark Souls’u deneyimlemiş olanlara gelsin. Oynanış Dark Souls’a bir hayli benziyor. Bolca kaçma, fırsatı bulunca saldırma vb. Yalnız Dark Souls oyunlarına göre oynanış daha da hızlanmış. Hatta karşınızda tek bir tane düşman olduğunda hiç düşünmeden saldırabiliyor ve yara almadan o yaratığı öldürebiliyorsunuz genelde. (Büyük bir yaratık değilse.) Elinizde bir kalkan taşıma zorunluluğu da yok; oyunu kalkansız tamamlamak son derece mümkün.

    Bu tip bir oyunla hiç karşılaşmamış olanlaraysa özet geçeyim. Bir aksiyon oyunu gibi dursa da Dark Souls ekolü son derece zor yapısıyla ünlenmiş bir seridir ve Bloodborne da bu gruba giriyor. Oyunda karşınıza tekil olarak, grup şeklinde yaratıklar, düşmanlar çıkıyor ve zamanlamalara dikkat etmez, düşmanınızın saldırılarından kaçmazsanız anında ölüyorsunuz. Yani bir Devil May Cry’da boss kafanıza kafanıza vurduğunda enerjinizin 1/4’ü ancak gidiyorsa, burada direkt yere iniyorsunuz. Müthiş sabır gerektiren, taktiksel davranmayı ön gören, ölmenin sadece oynanışın bir parçası olduğu bir yapım Bloodborne.

    Tamam, bütün bunları sindirdik ama ne dedik, artık aksiyon kısmı ön planda, oyun daha hızlı. Şimdi böylesine bir aksiyon oyununda benim tek taktiğim düşmanın hareketinden yuvarlanıp kaçmak ve elimdeki silahla, tek tuşa basarak saldırılar yapmaksa benim tadım kaçar. Bak elin God of War’unda, Devil May Cry’ında çeşit çeşit “parry”, yani kaçış hareketi var. Burada da ona benzer bir şeyler olamaz mıydı artık? Boss savaşlarında da düşmanına göre bir şeyler yapabilseydik mesela? Oyun boyunca yuvarlanıp, yana kaçıp elimdeki silahı sallamanın bana ne çeşit bir eğlence sağlaması bekleniyordu, gerçekten emin olamadım. Şimdi şunu diyenler olacaktır: “Miyazaki’nin oyunları böyle işte…” Kabul ama Bloodborne gibi PS4’e özel, büyük reklamlarla, büyük övgülerle, büyük tanıtımlarla ortaya çıkartılan bir oyunun da bence artık herkese hitap etmesi gerekiyor ve eğer gerçek bir Dark Souls fanatiği değilseniz, senaryosu müthiş bir biçimde arka planda kalan bir oyunda, birkaç hareketi yapıp tonlarca düşmanı öldürmek istemenin geçerli bir nedeni olamaz, eğlencesi de yarıda kalır. Düşünün ki kocaman bir boss’u, Cleric Beast’i iki basit hareketle yenmeye çalışıyor ve 15 denemede yeniyorsunuz. Aldığınız ödül bir avuç Blood Echo. Ne bir mesaj var, ne senaryoda bir gelişim, ne de oynanışı biraz yerinden oynatacak bir değişim. Benim bu durağanlıkla problemim var ve oyun boyunca da bu değişmedi, değişemedi.

    Kanım yerde kalmayacak!
    Oyunun başında yarattığımız karakterin belirli bir sınıfı yok, oynanışı elinizdeki silahlar değiştiriyor. Ne var ki bu karakteri yaratırken arka plan hikaye seçiminde, oynanışınıza göre bir arka plan seçmenizi öneririm zira bu hikaye karakterinizin güç, dayanıklılık vb. özelliklerini belirliyor.

    bloodborne16

    Silah çeşidiyse inanılmaz seviyede olmasa da tatmin edici. Neredeyse her silahın iki farklı kullanım şekli var ve bunu da hafif ve ağır saldırı olarak ikiye ayırmak mümkün. Örneğin bir kılıç buluyorsunuz ve bu kılıcı bir tuşa basarak kınından çıkmış halde, bir tuşa basarak da kınında, daha ağır bir şekilde kullanabiliyorsunuz. Kocaman bir balyoz var mesela; o çok etkileyici bir silah. Normalde hızla savurabildiğiniz bir kılıcı ikinci modunda, sırtınızda taşıdığınız kocaman bir taşa saplıyor ve devasa bir balyoza dönüştürebiliyorsunuz. Daha da güzeli, her silahta R2 ile gerçekleştirebildiğiniz bir şarj edilen saldırınız daha var ki o zaman bu balyoz resmen tanrının gazabına dönüşüyor. Tabii bu ağır saldırıları düşmana isabet ettirebilmek için de çok dikkatli olmanız gerekmekte.
    Dark Souls’a göre Bloodborne’un affeden bir diğer özelliği de sağlık kaynağı. Dark Souls’da çok daha az sayıda taşıyabildiğiniz sağlık iksirlerinden çok daha fazla sayıda, tam 20 tane kan iksiri taşıyabiliyorsunuz.

    Her öldürdüğünüz düşman da size Blood Echo olarak dönüş yapıyor ve bunları da yeni silahlar, ekipmanlar almak veya karakterinizi geliştirmek için kullanabiliyorsunuz.

    Bir bölümdeki yaratıklar her öldüğünüzde yeniden canlanıyor; aynı şekilde Hunter’s Dream’i ziyaret edip geri geldiğinizde de herkes eski yerine dönüyor. Bu da bize Blood Echo tarımı yapmak için fırsat tanıyor. Zaten oyun da bolca ölüp öldükçe güçlenme isteğiyle yaratık tarımı yapmamızı istemekte. Bundan dolayı da geçemediğiniz bir yeri aşmak için aynı yerleri art arda ziyaret edip bolca Blood Echo toplayabiliyor ve bunlarla karakterinizi geliştirebiliyorsunuz. Elinizdeki bir ton Blood Echo’yla ölürseniz de endişelenmeyin; öldüğünüz yeri hatırlıyorsanız, sizi öldüren yaratıktan bunları geri alabiliyorsunuz.

    Şamdanım nerede?
    Yharnam’daki maceramızı bir süre sonra çeşitli zindanlarla da aralayabiliyoruz. Bu zindanlara ulaşmak içinse çeşitli Chalice’lere ihtiyacımız oluyor. Zindanlarda bizi oyunun kendisinden bağımsız birçok yaratık ve bir de boss bekliyor ve bunları yenerek Blood Echo’lara, çeşitli hediyelere ulaşabiliyoruz. Burada da şöyle bir durum var ki eğer ilk zindana zamanında inmezseniz ve oyunda çok ilerlerseniz, bu zindanı denediğinizde her şeyin çok kolay kaldığını göreceksiniz. O yüzden zindana girişi kazandığınızda bunu hemen yapmaya bakın.

    Oyunun online kısmında olan biten Dark Souls ile bir hayli benziyor. Sahip olduğunuz bir zil sayesinde oyununuza, üç kişi birlikte oynayabileceğiniz konuklar davet edebiliyorsunuz. Bu kişiler oynamayı iyi biliyorsa oyun gerçekten daha da eğlenceli hale geliyor zira zorluğu bir ölçüde kırılıyor. Bu grupla bir boss’u kestikten sonra da herkes kendi dünyasına dönüyor, geleceğe mutlulukla bakıyorsunuz. Bu anlaşmalı oyun tipinin yanında bir PvP durumu da var. Burada da oyununuz işgal altında kalıyor ve diğer oyuncular sizi öldürmek için peşinize düşüyor. Eğer onları yenmeyi başarırsanız siz galip oluyorsunuz, onlar sizi daha önce keserse, onlar kazanıyor. Bayağı net bir durum.
    Oyundaki bu online durum da aslında bir çeşit fanatik tabanlı dokunuş. Yani ben hali hazırda zaten oyundan çok fazla keyif almıyorken birileriyle birlikte oynayınca tüm bakış açım değişmedi. Ha, biraz daha fazla eğlendim belki ama o kadar. Yine de iyi bir dokunuş elbette.

    Olayı büyütmemek lazım
    Ve gelelim son eleştirime: Grafiklerdeki takılmalar. Sadece bana olmadığını araştırmalarım sonucunda da öğrendim ki oyunda hiç de yabana atılamayacak bir FPS düşüşü var. Şöyle bir yana dönüyorsunuz takılma, iki efekt giriyor takılma… Takılma dediysem, ufak grafik yavaşlamaları bunlar ama o kadar sık oluyor ki resmen oyunda bir optimizasyon sorunu olduğundan emin oldum. Belki bunu ileride bir yamayla çözerler ama şu haliyle bu sorun bir hayli göze batıyor.

    Bu oyunu almalı mısınız sorusunun cevabına gelince… Yazıyı yazmadan önce internet sitelerindeki puanlara baktım, yazanlara baktım ve anladım ki o yazıların %80’i Dark Souls fanatikleri tarafından kaleme alınmış. Hem kendi deneyimimden, hem From Software’ın bu oyunun tanıtımını yaparken Demon’s Souls, Dark Souls laflarını ağzından düşürmemesinden, hem de diğer yazılardan anladığım kadarıyla Bloodborne, tam anlamıyla Dark Souls tayfasına hitaben hazırlanmış bir oyun. Yani siz BF: Hardline’dan sekip DmC’de düşmanlarınızı kombo manyağı yaparken zevkten yerlerde yuvarlanıyor, God of War 3’ün PS4’e Remastered olarak gelişiyle coşku küpüne dönüşüyorsanız, Bloodborne’da aradığınızı bulmanız pek de mümkün değil.

    bloodborne17

    Zor oyunları sevenler, sürekli ölmekten sıkılmayanlar, senaryoyla çok işi olmayanlar veya senaryoyu başka kaynaklardan takip etmeyi sevenler ise Bloodborne’un başına bir kez oturup bir daha kalkmayacaktır. Hele ki Dark Souls serisini baştan sona oynayıp, daha da fazlasını isterken bulduysanız kendisini.

    Beni zaten tanıyorsunuz; Tekken, Street Fighter oynayan, DmC ve türevlerine bayılan biriyim. Ve saydığım nedenlerden de ötürü, zor oyunları çok sevmeme rağmen Bloodborne’dan pek keyif alamadım. Fakat seçim sizin; Bloodborne farklı kişilere, çok farklı bir tecrübe sunabilen, enteresan bir oyun…

    Tuna Şentuna