İnceleme: Vampyr

    0
    22

    Remember Me ve Life is Strange oyunlarıyla bilinen Dontnod, insanlığın etik kararlar vermede beceriksiz olduğunu anlamış olacak ki yeni oyunları Vampyr’da bir çeşit ahlaki challenge ile bizlere karın ağrısı çektirmeye karar vermiş.

    Aynı anda bir doktor ve vampir olan karakterimiz Jonathan Reid, oyunlarda tek atmaya kasan bizleri bu sefer çalışmadığı yerden vurmuş ve bir doktor olarak insanları iyileştirmek ya da bir vampir olarak onları öldürmek arasında karar verme sorumluluğunu “Hadi koçum, görelim seni,” diyerek üstümüze atmış.
    Buraya kadarını oyun çıkmadan da biliyorduk aslında. Şimdi asıl soru, Vampyr bekleneni karşılayabilmiş mi?

    Pırıl pırıl dişler, sağlıklı gülüşler

    Oyunumuz 1918 Victoria Dönemi Londra’sında geçiyor. Sanki DC yazarları tarafından tasarlanmış olan bu dönemde her şey karanlık, sisli ve rutubetli. Öyle ki rutubet ekranınızdan çıkıp duvarlardaki boyanın kabarmasına sebep olacakmış gibi hissediyorsunuz. İnsanlar İspanyol gribi yüzünden hastalanırken şehri sarmaya başlamış olan vampirler de onları birer birer avlıyorlar.
    İşte bu dönemde oldukça ciddi ve ölü balık gibi gözlere sahip Dr. Jonathan Reid’i oynuyoruz. Bir vampir tarafından ısırılan Reid, yeni güçlerini şehri salgından ve vampirlerden kurtarmaya adıyor. Tabii bu arada kendisi de bir vampir-doktor olarak idealleri ve kana susamışlığı arasında devamlı bir ikilemde.

    Her biri kendi hikayesine sahip onlarca karakteri ile bu şehir vampirler için adeta bir açık büfe. Beslenirken dişinize ya da vicdanınıza göre hareket etmek ise size kalmış. İsterseniz tercihlerinizi hasta insanlar, rüşvet alan sağlık elemanları ya da haydutlardan yana kullanabilirsiniz. İsterseniz karşınıza çıkan alelade bir elemanı da avlayabilirsiniz. Unutmayın ki verdiğiniz kararlar doğrultusunda şehrin kaderini de belirlemiş oluyorsunuz. Ölen kişinin şehirdeki etkisine bağlı olarak yakınları ve bölgedeki diğer insanlar bu ölümden etkilenebiliyor.

    İnsanlara kıyamayıp tatlı tatlı öldürmeden ilerlerseniz -bu da bir seçenek- oyun gittikçe zorlaşmaya başlıyor. Yani oyunun zorluk derecesini ne kadar avlandığınız belirliyor. Nedeni ise aksiyon-RPG türünde olan Vampyr’da XP sisteminin olması. XP kazandıkça yeteneklerinizi geliştirip düşmanları daha rahat geçebiliyorsunuz. E tabii, insan kanı da oksijen, demir ve XP açısından zengin olduğu için avlanmak güçlenmenizi sağlamış oluyor. Ancak ipin ucunu kaçırır da Tazmanya Canavarı gibi her önünüze gelene dalarsanız –haliyle- şehrin sağlık puanı düşüyor ve ortalıkta insan kalmıyor. O zaman daha fazla beslenemediğiniz gibi yan görevler de alamıyorsunuz. Yani beslenme ve iyileştirme arasında stratejik bir denge kurmanız gerekiyor.

    Halk ile iç içe olmak derken?

    Ben mümkün olduğunca sıradan vatandaşları -özellikle sağlıklı olanları- öldürmeden ilerlemeye çalıştım. Gördüm ki bir yerden sonra düşmanlar geçemeyeceğim kadar zorlaşıyorlar. O zaman prensesliği bir kenara bırakıp gecenin kana susamış yaratığı olmaya başladım. Önce “en azından bunlar olmadan şehir daha iyi bir yer olacak” dediğim kötü adamlar (bir sürü haydut var), sonrasında çok da kötü olmasalar da kötü eylemleri olanlar derken “ay şunun tipi hoşuma gitmedi bunu yiyeyim bari” seviyesine düştüm ne yazık ki.
    Şimdi, kimse kusura bakmasın. Şehri kurtarmaya çalışıyorum ben orada, benim dışımda kimsenin bir şey yapacağı da yok. Tüm halkın grip ve vampirler yüzünden ölmesindense ben birkaç kişiyi avlayıp kalanını kurtardım en azından.

    Bu arada karakterlerin nasıl insanlar olduklarını onlarla kurduğumuz diyaloglar sayesinde görüyoruz. Onları tanıyabilmek için tek tek gidip konuşmamız gerekiyor ki bu biraz sıkıcı. Yine de ben olabildiğince kişiyle konuşmaya çalıştım. Çünkü bu sohbetler esnasında insanların hikayelerini öğrendiğiniz gibi XP kazanmanızı sağlayacak yan görevler de alıyorsunuz. Yan görevler yeni insanlar tanımanız için bir nebze motivasyon oluyor; çünkü onların hikayeleri ve birbirleriyle olan bağlantıları sayesinde öldürmek istediğinizde iki kez düşünmeye başlıyorsunuz.

    Yine de bu kadar insanla konuşmak kafa karıştırıcı olmuş. Keşke daha çok karakteri ara sahneler sırasında tanıyabilseymişiz. Karşımda deniz anası taklidi yapar gibi hareketler eden bir karaktere ne diyeceğimi seçmeye çalışmak komik hissettirdi. Bir de açıkçası karşınıza o kadar fazla sayıda karakter çıkıyor ki “yeter, gidip işimi gücümü halledeyim ben herkesle konuşamam” diyerek şehir sakinlerini tanımayı bırakabiliyorsunuz. O zaman bu insanlar sizin için birbirine benzer boş yüzlerden ibaret oluyor. Tanımadığınız bir insanı öldürürken de oyunun amaçladığı vicdani ikilemi yaşamıyorsunuz. Sadece, tüm şehir ölmeden önce söyleyecekleri son söze çalışmış olacaklar ki hepsi de son nefeslerini verirken sizi kötü hissettirecek bir şeyler söylüyorlar. O zaman da iş işten geçmiş oluyor ne yazık ki.

    Yani kendisine ait hikayesi olan bunca karakterle oyunu donatmak çok güzel bir fikir ama bir şeyler eksik olmuş gibi. Özel olarak vakit harcayıp hepsini tanımak istemiyorsunuz. Çoğunu da sonradan hatırlamıyorsunuz zaten.

    Sanat ve damak zevki kol kola

    Bu bayram günü bir yerden çıkaracağınız ama asla tanıyamadığınız akrabaların arasında kalmışsınız gibi hissettirmeye başlayan bu insanlar çok hastalar. Bağcılar’da açılan Sultanahmet Köftecisi gibi İspanyol gribi de Londra’da dükkan açmış. Şehrin en iyi doktoru olarak Reid’in insanları iyileştirmesi gerekiyor. Bu iyileştirme işi ise sabır istiyor. Gerçekten bir ağız tadıyla vampirliğimi yaşatmadılar. Hayır, “salayım ölsünler” dediğimde de şehirdeki insan sayısı bayağı azalıyor. Sonra istersen oyuna baştan başla… Aslında bu, oyunun gerçekçi pek çok yanından biri. Yani kendi hayatımızda da benzer sorumluluklar altında olsaydık -evet, 20. Yüzyılın başlarında vampir bir doktor olsaydık demek istiyorum- fazlasıyla stres yaşar, çoğumuz da işleri batırırdık. Buna karşın, şahsen ben biraz eğlenip kafa dağıtmak için oyun oynuyorum. Helak oldum “Ay şunu iyileştireyim, ay bunu öldüreyim, vampirsi varmış onu avlayayım, vampir avcıları geldi savaşayım” diye diye.

    O vampir avcılarına da uyuz oldum bu arada. Bir durun, hayat kurtarmaya çalışıyoruz şurada. Ben ölünce ne olacak siz mi kurtaracaksınız insanları sanki?
    Bu arada vampirsi dememin sebebi oyunda dört çeşit vampir türü olması. Bizim dahil olduğumuz tür daha geleneksel Draculagillerden olan Ekonlar. Skal, Nemrod ve Vulkod gibi kendine has özellikleri olan başka türler de var. Bu vampirlerin arasındaki hiyerarşiyi, insanlarla etkileşimlerini oyun içerisinde keşfetmek oldukça keyifli. Oyunun kendi tarihini öğrenirken konuya daha fazla adapte oluyorsunuz.

    Şehrin sokaklarında asılı uyarılar, insanların diyaloglar arasında verdikleri küçük detaylar hikayeyi zenginleştirmiş. Dar sokaklarıyla bir labirenti andıran karanlık şehri dolaşırken kendinizi atmosfere kaptırıyorsunuz. Şehrin tamamında atmosfer aynı. Benim gibi, açık dünya oyunlarında birbirinden farklı bölgeleri keşfetmeyi seven biriyseniz bu kadar benzerlik biraz sıkıcı gelebilir. Yine de şehrin yapısı hikayenin tutarlılığını destekliyor.

    Etrafı gezerken ise craft yapabileceğiniz bazı malzemeler buluyorsunuz. Silahlarınızı güçlendirmek dövüş sırasında XP’den daha yararlı olabiliyor. Bu yüzden bol bol dolaşıp parça bulmaya çalışmanız sizin yararınıza. Tabii oyun gerekli parçalar konusunda zaman geçtikçe cimrileşmeye başlıyor ve kendinizi “Şu adamı mı yesem acaba? XP gelir en azından” derken buluyorsunuz. Bulabildiğiniz kadar parça bulup craft yapmak daha az insan öldürerek güçlenebilmenizi sağlıyor.

    Sadece silah değil, hastalar için ilaçlar ve kendiniz için serumlar gibi craft edecek başka materyaller de var. Her birini yapabilmek için gerekli parçalar farklı, bu yüzden genelde ihtiyacınız olanı aramaktansa rastgele etrafa bakınıyorsunuz. Ben ancak bütün gece toplayabildiğim kadar malzeme toplayıp masama geldiğimde neler yapabiliyorsam onları yapıyordum. Craft ile hangi silahlarınızı güçlendirdiğiniz, hangilerini kullandığınız ya da XP ile hangi yeteneklerinizi arttırdığınız, dövüşler sırasında kullanacağınız taktiklerinizi belirliyor.

    Dövüşler sırasında teleporta da çok güvenmemek gerek çünkü bazen sorun çıkarabiliyor. Teleport stamina harcadığı için -neyse ki hemen doluyor- bu özelliğini art arda kullanamıyorsun. Bosslarla savaşırken, örneğin, teleport ile anında üstüne gidip, birkaç vuruş yapıp teleport ile geri kaçamadım. Atak yapıp düşmanımın da aynı anda atağa geçtiğini fark ettiğimde henüz benim hareketimin animasyonu bitmediği için kaçamayıp kafamın ortasına darbeyi yediğim zamanlar da oldu. Bunun dışında hangi yeteneğinizi nasıl kullanacağınızı kavradığınız anda düşmanlarınızı tanıyıp ona göre stratejiler belirlemeye başlıyorsunuz. Her düşmanın kendine has dövüş dinamikleri var ve sizin de buna göre hareket etmeniz gerekiyor.

    Dövüşlerinizin ne kadar zor geçeceğini beslenme alışkanlıklarınız belirliyor demiştik. Ne kadar çok beslenirseniz kazanacağınız XP ile yeteneklerinizi geliştirip can ve staminanızı arttırarak işleri kolaylaştırabilirsiniz. Gerçi XP’leri güçlenmekten ziyade sağlık ve stamina arttırmak için kullanmak zorunda kalıyorsunuz. Oyun sizi ölmemek için öldürmek mecburiyetinde bırakıyor. Eğer ki daha rekabetçi oynamayı seviyorsanız mümkün olduğunca az avlanıp zorlu dövüşler yapabilirsiniz; ancak kendinizi hikaye akışına bıraktığınız daha casual bir oyun istiyorsanız, avlanmanız şart.

    Ben şehirde insan kalmaz korkusuyla beslenme konusunda genelde cimri davrandım ama bir yerden sonra ölmekten sıkılır hale geldim. Yani şehir de kötü adam konusunda bayağı bereketli, her köşe başında ya vampir ya da avcılar oluyor. Siz ne yaparsınız bilmem ama ben genellikle çoğunun yanından sinsi sinsi kaçarak ilerledim.

    Son olarak, bahsetmedi demeyin, grafikler çok iyi değil. Kötü de değil ama böylesi gerçekçi çizgilerin kullanıldığı o kadar güzel grafiklere sahip oyunlar gördük ki bu biraz daha uğraşılmalıymış düşüncesini akla getiriyor. Karakterler mimiksiz bir şekilde aval aval suratına bakınca insana bir gülme geliyor. Belki farklı bir tarzda daha basit grafikler kullanılsaymış, çok daha etkileyici bir görsel dünya yakalanabilirmiş.

    Son damlalar

    Buraya kadar okuduysanız ya da hiç okumadan direkt buraya atladıysanız (zaman zaman ben de öyle yapıyorum) genel olarak oyun hakkındaki fikirlerimi toparlayayım.

    Oyun tek bir hikayeyi bir film gibi işlemek yerine keşfedilecek pek çok farklı hikaye ile sizi diğer karakterlerle etkileşime sokup empati yaptırıyor. Öldürmek ve iyileştirmek arasında yapılan seçimleri çoğunlukla vicdanen değil, eylemlerin sonuçlarını hesaba katarak yapıyor olmak ise insanı vicdan ve ahlaki değerler konusunda düşündürüyor. Ortalama 30 saat süren oyunun farklı sonlarını keşfetmek için açıp birden fazla kez oynar mısınız bilmiyorum ama en azından bir kez olsun oynanması gereken bir oyun olduğunu düşünüyorum.

    Berçem Sultan Kaya

    Vampyr’ı Playstore’dan satın almak için: Tık