div class="empower-ad" data-empower-zone="157462">

Şahin Derya: Vampirler ve Dracula üzerine…

- Advertisement -

(Şahin Derya’nın LEVEL dergisi 260.sayıda Kare bölümünde giriş kısmını yayınladığımız yazısının tamamıdır.)

Biraz da Gabriel Knight’lık yaparak bu ay sizlerle uzun yıllar önce yazdığım bir ödevi paylaşmak istedim. Dergi standartları için çok uzun olduğundan devamını internetten okuyabilirsiniz.

Zamanında babasının ödemediği vergiler karşılığında kardeşi Radu ile birlikte rehin alınan ve sarayda bir şehzade gibi yaşayan Vlad’ın ilham verdiği, şahsen bugüne dek çekilmiş en iyi film olarak gördüğüm Coppola’nın Dracula’sı konumuz. Fatih Sultan Mehmet ile şahsen tanıştığını söylemeye gerek yok sanırım. Türkçeyi çok iyi bildiğini de. Tarihteki ilk biyolojik savaşı da ordumuza karşı hastaları gönderip araya karışmalarını isteyerek yapmış, çok az bir kuvvetle bize kök söktürmüş, çok ama çok zorlu düşmanımızdır kendisi. Fatih, kazığa çakılmış Türkleri ve diğer müttefik sayılan insanları (ki buna kadın ve çocuklar da dahil bildiğim kadarı ile) garibanları gördüğünde “Bunu hak etmek için bir insan ne yapmış olabilir?” demiştir. Ordunun içine şahsen sızdığı da dedikodulardandır. Osmanlı, ona karşı “güzel” lakaplı kardeşi Radu’yu kullanmıştır. Onu öldüren ise soyluları olmuş, büyük ihtimalle de kellesini -onu yıllarca hapiste tuttuktan sonra- İstanbul’a göndermişlerdir. Çünkü mezarında bulunamamıştır. Büyük ihtimal Yedikule Zindanları ve özellikle kanlı kuyu civarıdır gömülü olabileceği yer. Umarım bu ayrıntılı incelemeyi ve filmi birlikte üzerine daha yoğun düşünerek izler ve okursunuz. Oscar alan kostümler ve Wojciech Kilar’ın unutulmaz müziklerine ayrıca vakit ayırmanızı dilerim.

Bram Stoker’ın canavarı

Kocaman karanlık şatosunda tek başına yaşayan, karanlıkların lordu… Etrafına ölümden başka bir şey getirmeyen olumsuz cani. Böyle düşününce ne basit değil mi? İki tane sivri dış. Kaş gücü aşırı olabilir ama, gelse, ya kafasını keseriz ya da kalbine tahta bir kazık saplarız, olur biter. 1-2 fire versek de önemi yok. Koskoca Dracula’yı öldürüyoruz, değil mi? Bizi ne kadar korkutsa da onu ne kadar basit veya kompleks algılasak da Kont Dracula gerçekten üstüne düşünmeye değer bir karakter.

Sebebi ne onun ölümsüzlüğünde ne de acımasızlığında, en azından benim Dracula hakkında biraz okuyup düşündükten sonra fark ettiğime göre ondan beklenemeyecek kadar uzaklarda bir yerde saklı asıl gerçek. Düşündüklerimi daha net anlatabilmem için Dracula kimdir, biraz ondan bahsedeyim. Romanın yanı Dracula‘nın yazarı Bram Stoker’ın anlattığı ve bu konu üzerine çevrilen pek çok filmin sonunda artık evrenselleşen Dracula karakteri, Romanya’nın Karpat Dağlarında yaşamış veya yaşayan bir kişi. Pek öyle sıradan biri değil. İsminde neden kont gibi popüler bir unvanın olduğunu incelediğimizde onun tarihsel kişiliği bize cevabı veriyor. Stoker’ın da baz aldığı Vlad yani orijinal Dracula, 15.yy da yaşamış bir Sırp despotu. Düşmanlarına karşı acımasızlığı ile tanınan bu kontun tarihteki gerçek hikayesinin ise Dracula ile uzaktan yakından hiçbir alakası yok. Türklerin elinden bir kez kurtulduktan sonra kendi ülkesinden yine Türkler tarafından sürülen ve tahtına Türk padişahının kendi istediği birini oturttuğu şanssız bir kral. Stoker’ın Dracula’sı ise bu kral üstünde bazı noktaları baz alarak gelişiyor. Mesela Dracula sülalesi, kilise ve Hristiyanlığın koruyucusu, kutsal bir kan taşıyorlar inanca göre. Dinin kılıcı olan bir acımasız kralı Stoker bu yüzden seçmiş olmalı. Tarihin bir noktasında Stoker eline aldığı kral karakterini kendi sözlerine göre, yediği balıktan dolayı kabus gördüğü bir akşam, kabusunda yaşadıklarına dayanarak yeniden şekillendirir. Kral zaferle döndüğü savaştan (karaktere en yakın film de Coppola’nın filmidir) şatosuna döndüğünde kraliçesinin intihar ettiğini görür…

- Advertisement -

Başında duran rahibin “kraliçenin ruhunun lanetlendiği” yönündeki sözleri de işin üzerine tuz biber olunca, dinin kılıcı, kilisenin koruyucusu öylesine çıldırır ki Tanrı’yı reddeder. Onun bu reddedişi belki kutsal bir kişilik olduğundan belki de önceki inancının yıkılışının büyüklüğünden Tanrı tarafından da ısıtılır. Tanrı onun ağzından konuşur belki de. Kendi mezarından kalkıp ölen kraliçesinin intikamını bütün insanlıktan soracağını söyler Dracula. Sonra ustalıkla kullandığı kılıcını -aynı ustalıkla- şapeldeki büyük haçın tam ortasına saplar. Bu kadar büyük bir saldırıdan sonra zaten beklenen olur. Haç kanamaya başlar. Akan kanı bir kaseye dolduran Dracula, kendi cezasına veya beklediği intikam mükafatına ulaşır. Artık ölümsüzdür. Önünde bilgelikle süsleyeceği, kendi küçük karanlık cennetini oluşturacağı, vahşet dolu koskoca dört asır vardır. Buraya kadar anlattığım sahne Francis Ford Coppola’nın çektiği hariç hiçbir Dracula filminde yok ve Bram Stoker da romanında bu sahneyi anlatmak yerine Dracula’nın ağzından bir kaç cümle ile onun geçmişi hakkında bize bilgi veriyor. Coppola‘nın yaptığı bu ek gerçekten filme seyirciyi bağlama ve hikayeyi nispeten inandırıcı bir temele oturtma da inanılmaz bir etkiye sahip kanımca. Bunca yıl yaşamış, neler neler görmüş denilen birinin asıl geçmişini öğrenmek de heyecan verici kesinlikle.

Üzerine biraz düşünelim

Bütün bunlar olup bittikten sonra roman ve filmlerin asıl baz aldıkları günümüz ya da Stoker’ın 19. yüzyılının sonlarına geliyoruz. Artık Dracula’nın ne olduğu kesin şekilde bellidir. Dracula Tanrının yarattığı bir canavardır. Bu kesin. Bir yakarışın veya intikam duygusunun sonucu olarak Tanrı onu Dünya’ya vermiştir. Dracula’dan aldıkları ve ona yeni verdikleri karşılaştırıldığında dizaynın tamamen Tanrıya ait olması, Dracula’nın korkunçluğu konusunda bilinçaltından bazı eleştirisel düşüncelere dalmamızı bile engelliyor sanırım. Tanrının yarattığı bu canavarın yalnız iki noktası zarar görebilir durumda. Kalbi ve beyni.

Kalbi durduğunda veya kafası kesildiğinde ölmesi mümkün. Bu da biraz düşündüğümüzde eksik taşları yerine oturtuyor. Ona bu lanetli yolu açan tek şey kraliçesine duyduğu aşk yani kalbi, ona sevgisini taşıdığı beyni belki… Her şey onun içindir. Çekilen bu acı, çekilecek bu 400 yıllık başka hiçbir insan tarafından çekilmemiş büyük acı. Onu kaybetmenin verdiği çılgınlık. Film hakkında konuştuğum bir kız bana Coppola’nın filmindeki Draculs’yı canavar bir Romeo gibi gördüğünü söylemişti mesela. Yine Coppola’nın filminin mantığını çok iyi açıkladığı bir diğer nokta bu. Sebepsiz yaşam sürdürme kabusundansa sonsuza dek bilmeden aşkını arayıp duran ve 400 yıl acılar çeken bir ruh. Öyle bir ruh ki, bir yandan olgunlaşmış ama bir yandan da asla değişmeyecek derecede canavar. Onu bu savaşa zorlayan, o savaşırken kraliçesinin ölmesini engellemesine engel olan insanlardır belki de, intikam için yemin ederken düşündükleri… Yaşamamak için öldürmek zorunda. Ama o zarar görebilen kalbinde sevgisini hala taşıyor. İnsan canavar motifi bundan daha iyi nasıl işlenebilir?

Dracula‘nın filmden filme aldığı şekiller değişse de kibar ve olgun imaj asla değişmiyor. Bu da bize aslında onun Coppola’nın mantığına daha yakın bir geçmişe sahip olduğunu göstermekte. Pek çok güç onun bünyesinde mevcut, telepatik güçler, şekil değiştirebilme gibi… Bu da yine Dracula’nın uzun zaman süresince geçirdiği evreler hakkında insanı düşünmeye itiyor. İlk defa ne zaman kurt olabildiğini keşfetti? ilk defa bir gaz bulutu haline gelip neler yaptı? Benim kendime sorduğum bir soru da Dracula’nın kalbine kazık saplandığında öleceğini bilip bilmediği. Ya da kafasının kesilmesi halinde. Bir yerlerde bir rahip olmalı o zaman. Tanrı ile bağlantıda olan bir kişi. Tanrı da ona söylemiş olmalı onu nasıl öldürebileceklerini, çünkü romanda ve filmlerde Dracula’yı öldürmenin yolunu söyleyen doktor, bu yöntemleri eski kutsal bir kitaptan okuyor. Coppola belki bir de bu satırları kaleme alan kutsal rahip kişiliği kullanmalıydı? Dracula’nın kendisi olmasın sakin bunları yazan? Kendi sonunun habercisi veya bilicisi ondan başka kimse olamazdı, değil mi? Bu arada pek çok filmde geçen, güneş ışıklarının kendisi üzerinde öldürücü etkisi olması durumu ise hem Stoker, hem Coppola hem de Interview with the Vampire‘ın yazarı Anne Rice tarafından reddediliyor. Güçleri azalan Dracula ölmek bir yana rahat rahat gezebilmekte, tıpkı ava hazırlanan aslanlar gibi, sadece dinlenmesi gerektiği için gündüzleri dinlenmekte belki de. Nosferatu’da deli Almanlar bence onu bir gölge gibi hayal edip -belki bu yüzden- onu günışığı ile karşılaştığında yok olan bir şey olarak kurguladılar. Bu arada neden Interview with the Vampire gibi bir filmin çekildiğini düşünürsek ya da bu filmin konusunun pek çok tarihsel dönemi içerdiğini düşünürsek -ne ilginçtir ki- seyirciye fark ettirmeden zorluk, acı,vahşet dolu yıllarını anlattığını görürüz, yani Dracula’nın o kayıp 400 yılını. Bu arada belirtmeliyim ki Anne Rice’ın dahil olduğu 70’lerin korku yazarları -ki bunların içinde Stephen King, Fred Saberhagen, Chelsea Quinn Yarbro gibi yazarları sayabiliriz- vampir konusuna çok ilgi duymuşlar ve bu metaforik karakteri pek çok yönden inceleyerek eserlerine konu etmişler. Ama şu da bir gerçek ki hala Bram Stoker’ın Dracula’sı üstüne düşünüyorsak bu esere yaklaşamadıkları açık. Belki 19.yüzyılın mantığı veya yaşam stili Dracula’ya daha çok uyuyordu, belki de dünya insanların rahatlıkla korkabileceği, ayrıntıları zenginleştirebilecekleri o zengin karanlık günlerinin sonlarını yaşıyordu.

Çelişkiler

Stoker, karakteri işlerken belki de bu kadar büyük bir etki yaratacağını düşünmemişti, hatta bence o romanını yazmayı ilk düşündüğünde eski zamanda geçmesini tasarlamıştı, bunu bana düşündüren edebiyat tarihinde böyle bir kronolojiye sahip başka bir canavarın olmaması, Stoker’ın fikrini temelsizce eleştirmiş olma ihtimalim de var tabii… Sonradan fikrini karakterin kendi zamanına gelmesi yönünde değiştirdiğinde psikolojik faktörleri de düşünmüş olmalı. Bu kadar uzun yaşayan biri nasıl bir şey olur? Ne hale gelir? Pek çok filmde büyü gibi bir etkiyle veya anlamsız bir Tanrısal güçle açıklanan haçtan ve aynadan ürkmesi olayında –bence- Stoker’ın yapmaya çalıştığı da bu psikolojiyi incelemekti. Öyle ya, haçtan korkan ama Tanrının kendi eliyle yarattığı bir canavar biraz saçma. Ya da aynada aksinin görünmemesi için deli gibi uğraşan bu kuvvette biri? Şatosundan dışarıda pek uzun süre yaşadığını sanmadığımız Dracula aynadan korkuyor olamaz, değil mi? Asıl sebep bu korku diye adlandırdığımız şeyin 400 yıl boyunca içindeki insana Dracula’nın yeni halini hatırlatmış olması. Sobadan yanan eli çekmeyi hemen öğrenmemiz gibi. Yüzünde yara olanların aynaya bakmak istememeleri gibi. Her haça baktığında ona bunu yapan Tanrıyı hatırlayan Dracula, aynaya baktığında kendini görmekten aciz bir insan/canavar. Dracula‘nın korkuları yerine ben bunlara Dracula’nın otomatikleşmiş ya da refleks haline gelmiş tepkileri diyorum. Peki aynada neden görünmez Dracula? Bunun sebebi belki de Stoker’ın yediği balık, ama ayrıntılı bir inceleme için daha değişik yerlere bakmamız lazım.

Avrupa mitosu da başka başka canavarlar, küçük cinler,binlerce yaratıkla örülü ilginç bir kaynak. Buna küçüklüğünde hastalık geçirdiğinde yatalak duruma düşen Stoker’ın ilgi duymamış olması imkansız. Tek yaptığı yatmak ve okumak olduğunda bu konular ilgisini çekmiş olmalı. Üstelik kendi notlarından küçükken annesinin anlattığı masallardan çok etkilendiğini biliyoruz. Avrupa kültüründe gölgeler ve onların geldiği başka bir boyuttan söz edilir. Bu dünyada görülebilirler ama üçüncü boyutları yoktur oradan gelenlerin. Bizim gölgelerimiz de o boyutta yaşayan bir çeşit aksimizdir. Nereye gitsek bizimledirler. Bu noktada Stoker için biraz masallaşmış olması anlaşılabilir. Dracula’da benim gördüğüm buna benzer bir şey. Yani o artık bu dünyada ama buraya ait değil bu hali ile. Bir insanın canından yoksun. Yaşamıyor. Coppola bu konuya çok ilginç ve yine Dracula’yı çok dinamikleştiren büyü faktörünü ekliyor. Dracula şatosunda hareket ederken onun kontrolündeki gölgesi onu sürekli takip ediyor. Pek çok defa bu gölgenin sahte olduğunu bize gösteren yönetmen Dracula’nın belki de 30 sene önce çekilen filmlerden sonra bile bir ilerleme içinde olduğunu gösteriyor. Dracula büyü yapmayı öğrenmiş, ki bu Stoker’ın romanında olan ve diğer filmlerde belki de teknik yetersizlikten dolayı pek net bir şekilde aktarılamayan bir ayrıntı. Coppola‘nın adını çok fazla anmamın sebebi Dracula’yı çabası ile bu aşağılık kompleksinden çıkarıp daha net bir varlık haline getirmesi. Hatta daha ileri giderek zaten romanda da esas oğlan figürünü ezerek üste çıkan Dracula’yı asıl kahraman yapmakta Coppola.

Nereden başladık, nereye vardık?

Stoker, 1897’de yayımlanan ilk Dracula baskısına yazdığı ön sözde, Dracula romanını British Museum‘da yaptığı araştırmalar sırasında geliştirdiğini iddia etmekte. Transilvanya hakkında ve bu bölgenin halkları hakkında yaptığı araştırmalar sonucu vardığı sonuç ise ilginç. Diyor ki : “Şunu gördüm ki dünyadaki hemen hemen bütün batıl inançlar kaynağını bu inanılmaz Karpat Dağları’nın at nalı şeklindeki havuzunda bulmakta. Burası gerçekten Avrupa’nın en az bilinen ve araştırılmamış bölgelerinden biri.’’ Stoker notunun sonunda ise tam anlayamadığım bir cümle ile sözlerini bitirmekte. Eğer gerçekten böyleyse diyor, orada kaldığım süre gerçekten ilginç geçecek. Bu bahsettiği süre hayali kahramanlarını romanında gezdirdiği karpatlar mı yoksa yaptığı veya yapacağı bir geziden mi söz ediyor, ya da bu notu aldıktan sonra çıktığı bir yolculukta başladığı kendi hayatının ilk perdesinden mi bahsediyor kesin değil. Bu ani ilham veya biraz yazarsal ego sonucu olduğunu düşündüğüm benimseme bence pek gerçeği yansıtmıyor. Stoker önünde Frankenstein gibi bir edebi canavar dururken onun hakkında düşünmüş olmalı ve bence bu düşüncelerle izlediği ve takip ettiği yol şu oldu. Frankenstein’ın özelliği neydi? Onu insan yapmıştı, mükemmel değildi. Daha iyisini yazmak için daha mükemmel bir canavarı ya da korkutucu öğeyi kullanmalıydı, bu yüzden de Tanrı yapımı bir karakteri seçti bence. Peki Tanrı’nın yarattığı bir canavar nasıl bir şey olabilirdi? Zaten bu da dinler literatüründe belirlenmişti; şeytan. Stoker bu fikri de kullanarak Dracula’yı insanlara sonsuz hayat vadeden, günah işlemekten çok direkt olarak Tanrı’nın kullarını öldüren ve bunu istemsiz bir şekilde aynen şeytanın insanın önünde eğilmeyişi gibi, kraliçesinin ölümü karşısında eğilmeyen bir Dracula yaratarak onu şeytanlaştırdı. Zaten önünde 18.yüzyıldan beri sürekli hem edebi hem söylence olarak gelişen vampir gibi bir karakter vardı. 1748 de Alman yazar Heinrich Ossenfelder “Der Vampir”i yayımlamıştı bile. 1797’de ise Goethe “Corinth’in Gelini” şiirinde vampir metaforunu kullanarak daha da edebileştirdi bu karakteri. Goethe’yi 1798 de İngiliz meslektaşı Samuel Çolridge “Cristabel” ile takip etti. Bu İngiliz vampirsel metaforik kullanım akımına Rudyard Kipling, Lord Byron bile katıldılar. Fransa’da ise Baudelaire ve Gautier şiirlerinde vampir temasını kullandı. Alexandre Dumas bile bir tiyatro oyununda vampir konusunu kullanmaktan çekinmedi. Stoker işte bu büyük kaynaktan yola çıkarak yaptığı incelemelerle bu karakteri zenginleştirmeye başladı. Belki de bahsettiği yolculuğa çıktı. Gerçekten o sırada Avrupa’da bulunan ve sonradan Orient Express servisinin de yapıldığı tren hattı tam Romanya’nın ortasından geçmekteydi. Dracula’nın tabutunda uyuması fikrini ise Avrupa soylularının mezarlarını ve bu geleneğin ayrıntılarını gördükten sonra edinmiş olabileceğini düşünüyorum. Çünkü bu fikir gerçekten bir gezi sonucu edinilebilecek spesifik bir takım ayrıntılar içermekte. Bu gelenekte ölen kişi ki bu kişi soylu veya bir savaşçı olmalı, bir lahite konduktan sonra lahitin kapağı sanki ölümle alay edercesine o kişiyi uzanmış ve dinleniyor şekilde veya uyur şekilde gerçekçi bir heykelle betimlemekti. Pek çok soylunun da o zamanın modasına uygun olarak kaytan bıyıklı olduğunu veya öyle heykelleştirildiklerini belirtmeliyim. Aynen Stoker’ın romanında olduğu gibi. Bu belki de biraz eski moda durduğundan hemen hemen hiç bir filmde kaytan bıyıklı bir Dracula çıkmamakta karşımıza…Her uyuyan veya dinlenen insan figürünün önünde ise Hollanda resminde de olduğu gibi ölümü hatırlatan, aslında onun her yerde olduğunu hatırlatan küçük bir kurukafa kullanılmaktaydı. Tabii bu yolculuğa çıkmış olması gerekmiyor bu gelenekten haberinin olması için Stoker’ın . British Museum da yeterli bir kaynak oluşturuyordu belki. Ama romanının kahramanını trenle seyahat ettiriyor olması, bir bölümde tren ile gemi yolculuğu farkını kullanarak hikayeye bir hareket katması işin yolculuk kısmından biraz fazla haberdar olduğunu gösteriyor Stoker’ın, bu yüzden bu yolculuğu yapmış olmalı.

Romanın ve filmlerin bazılarında bulunan değişik karakterler bize Dracula hakkında ipucu vermese de Stoker’ın ve film yönetmenlerinin bakış açılarını eleştirmemiz için ipucu niteliğindeler. Pek göze batmasa da benim en ilginç bulduğum karakter, filmden filme değişim gösteren Renfield karakteri. Dracula’nın yanına gidip ona ingiltere’de ev satmakla görevlendirilen adam. Jonathan‘dan önce oraya gidip sağ dönebilmiş olması insanı hemen düşünmeye itiyor zaten. Sonra döndüyse bile ne halde dönmüştür acaba diye düşünmeye başlıyoruz. Dönebilmesi Dracula’nın işlerinin bozulmaması için gösterdiği dikkati göstermekte, ikinci gelen satıcı olan Jonathan’a karşı zaten çok daha uyanık, zekice bir tavra girecek ve mektuplar yazdırarak onu elinde tutmayı başaracaktır. İkinci bir Renfield olmaması için her şeyi düşünmüştür Dracula. Reinfield her filmde kesinlikle bir deli olarak karşımıza çıkmakta, romanda Renfield’ın bulunduğu yer ve doktorunun ona yaklaşımı ise o zamanlar yeni duyulmaya başlanan psikoanalitik yaklaşımın etkilerini taşıyor, tabii tarihsel yakınlık hesaplamam yanlış değilse. Stoker’ın bir romancı olarak Freud’dan etkilenmiş olması da doğal. Coppola, Renfield’ın deliliğinin yanına bir hayranlık eklemekte. Dracula ile zihin teması olan Reinfield, onun uşağı olmayı düşünebilecek kadar akıllı kalabilmiştir Coppola’da. Yine Coppola’nın yeni bir yaklaşımı olarak ki insan mantığına yine yakınlaşarak, Jonathan‘da geçirdiği korkunç tecrübelerden etkilenmeden duramaz, psikolojik bir depresyona girer. 1931 yılı versiyonu olan Bela Lügosi’nin filminde Jonathan o kadar iradelidir ki Dracula’dan daha canavar gibi geldi bana… Stoker’ın asıl yaklaşımı günce anlatımındaki kitapta başka bir günceymişçesine uzaktan değinmesi Renfield’a, hatta Renfield’ın kontu İngiltere’de tanıması ve ilk defa görmesi, Stoker’ın psikolojik ilgisi ile tamamı ile deli bir karakter olarak tasarlanmış olabileceğini düşündürdü bana. Ama yine de aynı ayrıntıları ve psikolojik incelemeleri yakalayabiliyoruz. Bu arada Klaus Kinski‘nin başrolünü oynadığı Nosferatu’da Renfield hiç beklenmedik bir şekilde Jonathan’ın patronu olarak karşımıza çıkar.

Diğer kahramanlar

Dr. Van Helsing’e gelince, bu kendinden emin ve mesleği tam olarak anlaşılamayıp bir sır perdesi arkasında kalan adam Stoker’ın olaya getirdiği çözüm bence. Yani Dracula’yı bir hastalık, bir parazit gibi gördüğünüzde onu yok etmek üzere bir doktor gönderiyor Stoker, mesleği doktorluk olsa da her şeyden biraz anlamakta, yaşlı, çok şeyler görmüş geçirmiş, güven veren bir tip, özellikle parapsikoloji ve inanılması güç gibi görünen olaylar üzerinde uzman bir kişilik. Hem mesleki saygınlığa ulaşmış hem de bu olaylarla uğraşıyor olması Stoker’ın bahsettiği olayların gerçek olabilirliğini kanıtlama çabasının yarattığı ayrıntıların bir ürünü bence. Bu hiçbir mantıklı çözüm üretilemeyecek durumun karşısında Stoker’ın benim Tanrı ile konuşan rahip fikrim yerine kullandığı karakter bir doktor. Eğer ben yazmış olsaydım romanın biraz din temalı bir sona kayacağı kesin galiba. Aklıma gelen bir diğer düşünce ise şu, doktor bir diğer metaforik açılımı olarak neden Dracula’yı iyileştirme ile görevli olmasın? Ne kadar kalbine bir kazık saplamak istese de, onu yakmak, öldürmek istese de, onu öldürmenin yollarına insanları inandırmaya ve gerçekliğini kanıtlamaya çalışsa da zaten ana kurallarını Tanrı’nın çizdiği bu oyunda o da bir karakter değil mi? Yani iyinin karşılığı bir kötü, bir vampirin karşılığı onun can düşmanı bir doktor olmalı… Birinin çözümü veya iyileşmesinin reçetesi bir diğerinin acımasızlığı veya görünmeyen amacında gizli… Dracula’yı romanın sonunda huzur dolu ve soylu ölümüne götüren yolun başlatıcısı doktor olmuyor mu objektif baktığımızda? Doktor rolünün en ilginç canlandırılması ise yine Coppola’nın filminde Anthony Hopkins ile gerçekleşmekte. Sır unvanını yeni almış olması ile Hopkins belki de en gerçekçi ve mantıklı karakter anlatım çizgisini oluşturmakta. Çünkü bu kadar çıldırtıcı işlerle uğraşan birinin aklının da tam yerinde olamayacağı bir gerçek… Ya da en azından dışarıdan bakıldığına o kadar da sıradan görünemeyeceği…

İnsanların filmlerde sorgulamadığı bir nokta var ki bu Stoker’ın romanında da açığa çıkmamakta. Dracula neden İngiltere’ye gitmeye karar verir? Yeni yerler görmek için mi sadece? Medeniyet için mi? İhtiyacı olan bir şey midir medeniyet? Ben bunu yine Dracula’nın bile çok zamandır kaybettiğine inandığı Tanrı ile olan gizli bağlantısına bağlıyorum. Eşyaların taşınması sırasında kendisinin de taşınabileceğini ve modern zamanların gemilerinden böyle yararlanmayı düşünmesi ve yalnızca yeni diyarlar görmek üzere kalkıp İngiltere’ye gitmek istemesi bana pek sağlam düşünceler olarak görünmüyor. Kendi vampir kölelerinin bile onu sevgisizlikle suçladığı bu şey sevgisi için yollara düşer miydi bilse? Coppola’ya göre evet. Bilmeden başladığı bu yolculuk onu kendi kaderine götürüyor her ne olursa olsun. Sonunda ölüm bile olsa, huzura kavuşma ile biten uzun bir yaşam veya ölüm neticede, siz ne derseniz artık. Coppola’nın işlemediği veya işleyemediği bir konu Mina’nın başına gelenler. Dracula’ya kesin bir öcü gözü ile bakılanlarda kız kurtulur herkes mutlu olur. Ama Stoker ve Coppola’da Mina biraz ortada kalıyor gibi. Gerçi en önemli karakterin ölümü ile olay kapanıyor çok büyük bir ölçüde ama bir seyirci olarak ben bunu hala düşünüyorum. Olayı Mina’nın günlüğünden okuyor olmamız onun yaşadığını gösteriyor ama bir de 28. chapter olsaydı? Mina nerde olduğunu veya ne düşündüğünü anlatsaydı. Sanırım tüm yönetmenler ve Stoker da bu tip bir hikayenin değerinin farkındalar ve kesin bir sonunun bu hikayeye yakışmadığını bir şekilde düşündüler hepsi de. Kendi gitse bile adı kalır yadigar gibi temiz namuslu bir ölüm bekliyor hep Dracula’yı. Evine dönerken, kapısının önünde, savaşmak için çıktığı, ölümü göze aldığı zamanları yaşadığı yerde… Stoker’ın ölüm sahnesi bir daire gibi dönüp dolaşıp burada tamamlanıyor işte. Ölen Dracula için Stoker’ın kullandığı anlatım ise ilginç tam olarak İngilizcesi ile : “with a smile and in silence, he died, a gallant gentleman.” İşte bu tanım, daha romanın başında Jonathan’ı arabası ile alıp şatoya getiren, yemeğe katılmadığı için özür dileyen, yanlız, acılar içinde bir hayatsızlık serüvenini tamamlayan bir adamın tanımı. Ne kadar çelişkili değil mi? Bildiğimiz, incelediğimiz veya kafamızı biraz olsun başka türlü algılamak için ona doğru çevirdiğimize ortaya çıkan Dracula?

Günümüze nasıl ulaştı?

1950’lerin Hammer filmlerini seyretmemiş biri olarak gördüğüm Dracula filmlerini yorumlamam gerekirse Dracula’nın her yönetmenin veya senaryo yazarının kafasında yeniden şekillendiği. Gerçekten bir şeyden korktuğumuz zaman nasıl tam olarak onu hatırlamak istemeyip psikolojik olarak bastırıyorsak Dracula da bazı yönleri ile o kadar aynı kalıyor ki insanları pek çok küçük ayrıntısının bile korkutmaya yettiğini düşündürüyor bana. 1992’de ki versiyonuna kadar bir korku teması olarak algılanan veya kullanılan Dracula -ki Coppola’yı filminin fragmanında bile onu aynen bu korkunç yönü ile tanıtmak zorunda bırakan- insanların hayallerinde, rüyalarında kolaylıkla görebilecekleri, yüzünü dışarıda bir yerlerde insanların yüzlerine benzetebilecekleri, ağızlarını açtıklarında her insanın dişlerinin acaba uzayıp uzamayacağını merak etmelerine sebep olan, Romanya’ya seyahate gitmek isteyenlere acaba karpatlara gitsek Dracula’yı görür müyüz dedirten, Giovanni Scognamillo’ya (sahsen tanışma şansına ulaştığım ve beni Lovecraft ile çevirileri sayesinde buluşturan insandır.) evinde mezarından toprağını saklatıp “vampir uzmanı” unvanı ile dolaşmaya itecek kadar gelişmiş bir mit olarak güncelliğini koruyan ve korkutuculuğunu kaybetmeyen bir sembol. Her filmde de yönetmenin nasıl bir Dracula görmek istediğine göre şekil alan bir karakter. Limitsiz bir kişilik, acımasız olabilir, kibar olabilir, kanlar içinde birini parçalarken çekilebilir. Şu gibi konduğu her kabin şeklini alacak derecede engin. Dracula’nın kendi ağzından bir deyimle sevgilisi Mina’ya “seni bulmak için zamanın okyanuslarını aştım ve geldim” demesi bunu ne güzel gösteriyor. Coppola’nın Dracula’sında gördüğümüz aşk dolu yaratık belki bize kendini değil de Coppola’nın gördüğü veya görmek istediğini anlatmakta. Mesela Dracula’nın atalarına hakaret olarak algıladığı Jonathan’ın küçük bir gülümsemesi onu çılgına çevirebilmekte ki bu bölüm Stoker’da küçük bir günlük sayfası halinde geçiştirilmekte.

Hala eski düşüncelere değer veriyor olması, filmin sonundaki kurtuluşuna kadar onun içinde kalan ve koruduğu o iyi tarafın parçaları sanki. Bu yalnız Coppola’ya atfedilecek kadar gözdelikten uzak bir düşünce değil. İnsanlara internette kendilerine sayfalar açıp ben vampirim diye ilan ettirecek kadar da popüler olmaya müsait, olumsuzluğu, bilgeliği gücü ile çok çekici bir karakter vampir. Bize “Tanrı neden insanları öldürmesi için Dracula’yı gönderdi?” ya da “olumsuzluk iyi midir kötü müdür?” gibi soruları sorduran Dracula amca, daha pek çok sene hafızalarımızdan silinmeyecek. Herkesin korktuğu bir şey varsa Dracula da herkesin kendinden bir şey bulduğu veya korktuğu tek şey. Dracula’yı tek bir kişiye mal edemiyorum, o bizim edebiyatımızın içinden doğmuş, Türklerin acımasız savaşlarından tutun da veba salgınına kadar her türlü ayrıntıda şeklini almış ve tüm Avrupa’ya mal olmuş bir karakter. Gelişiminin doruğunu Stoker’da bulduğu da bir gerçek. Ve Avrupa halkı belki de farkında olmadan bu kadar ebedîleştirdiği bir canavarla gerçekten Yunan kültürü üstüne oturan medeniyetimizin hiç de Yunan olmayan, tamamen bize ait olan yepyeni bir sayfasını oluşturdu bence. Oidipus’un üstüne konabilecek derinlikte yepyeni bir metafor, her şeyi açıklayabilen esneklikte mitoloji ile yarışabilecek bir tip oluşturdular. Psikoloji gibi akıl ve korku hamurundan yepyeni bir şey yarattılar veya yarattık. Belki de korkunun üzerinde yaşayan bu metafor Avrupa halkının kültürsüz ve karanlık çağlarından kopup gelmekte ve bize köklerimizi hatırlatmakta ve hala karanlığın neler doğurabileceğini çağrıştırmakta…

İşte asıl budur Dracula’yı evrensel, önemli ve dahası korkunç yapan.

Şahin Derya

Haberler

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

Önerilen Haberler