The Witcher 3: Wild Hunt

    6
    30

    [title type=”h3″]Dünyanın bir kahramana ihtiyacı yok, bir profesyonele ihtiyacı var…[/title]

    Bu sene oyun dünyası açısından önemli bir seneydi; çünkü yeni konsollar piyasadaydı ve beklentiler tavan noktasındaydı. Öyle oldu, böyle gitti derken, elde avuçta olan kaliteli oyun sayısının azlığını fark ettik, zira bazı büyük beklentilerimiz bile karşımıza birer çöp olarak çıktı. (Onlar biliyor kendilerini.) Next-Gen dediğimiz dönemin böyle bir açılış yapmasını hiçbirimiz beklemiyorduk ama neyse ki bazı beklentilerimiz bizi yüzüstü bırakmadı. Bunlardan bir tanesi olan The Witcher 3: Wild Hunt, bu senenin açık arayla en iyi oyunu olarak, bütün ihtişamıyla kapılarını araladı.

    Kaer Morhen

    Öncelikle, önemli bir sorunun altını çizmek lazım: Serinin bu üçüncü oyununu oynamak için ilk iki oyunu oynamış olmak gerekir mi? Gördüğüm kadarıyla böyle bir gereklilik yok zira The Witcher 3: Wild Hunt’ın dünyası herkese açık. İlk iki oyunu oynadıysanız, ortamın en şanslısı siz olursunuz zaten ama üçüncü oyunun hikayesi öyle bir kurgulanmış ki hem öncesi olan bir hikaye, hem de ona ihtiyaç duymayan bir hikaye olarak duruyor karşınızda.

    Peki nedir bu hikaye… Böyle bir konuya öyle kolay kolay giremezsiniz; çünkü her şeyi bir kenara bırakıp sadece bu hikayeyi anlatmak bile bir kitap yazmakla eşdeğer olacaktır. Ama her hikayenin bir başlangıcı olacağı için biz şimdilik başlangıçlarla yetinelim. Ünlü Witcher’ımız Geralt, yine bizimle birlikte. Aşkının peşinden yollara salmış kendini ve usta Vesimir’le birlikte Yennefer’i arıyoruz. Bu küçük başlangıç, Nilfgaard’ın Northern Kingdoms’ı ele geçirme çabalarının ortaya çıktığı daha büyük senaryolara, hatta Wild Hunt’ın ortaya çıkışına kadar yavaş ve emin adımlarla ilerliyor ve insanı giderek içine çeken, devasa bir destan halini alıyor.

    [title type=”h2″]Ve perde açılır…[/title]
    Oyunun o muhteşem açılış videosunu ağzınız açık izledikten sonra Wild Orchard’a ilk adımınızı atacaksınız. Bu ilk adımdan sonra fark edeceğiniz ilk olay, oyunun o muazzam görsel kalitesi olacak. Her detayına kadar muhteşem bir görsel kalite söz konusu ki resmen o an orada olduğunuzu hissediyorsunuz. Hatta burada bir süre vakit geçirdikten sonra gece – gündüz döngüsünün de sizinle birlikte olduğunu, hatta ve hatta bu detayın bazen fonksiyonel yanlarının da olduğunu fark ediyorsunuz. Kimi zaman yağmur çiseliyor, kimi zaman fırtına çıkıyor ve verdikleri sıkıntıyı sürekli içinizde yaşıyorsunuz. Güneşli bir güne tekrar kavuştuğunuzda ise bütün sıkıntılarınızın içinizden akıp gittiğini hissediyorsunuz ve aklınıza yine o aynı soru takılıyor: “Nerdesin Yennefer?”

    Midcopse

    Maceranıza başlar başlamaz, bütün bu görsel kalitenin de dahil olduğu, devasa bir haritayla karşılaşacağınızdan özellikle bahsetmeme gerek yoktur sanırım ama en azından bu konuya ait bazı soru işaretlerini kaldırabilirim kafanızdan. Bir “Open World RPG” oyunu duruyor karşınızda ve genel hatlarıyla bakıldığında bile bir yapımcı için ağır bir sorumluluktur bu. Büyük bir dünya yaratıp içini boş bırakabilirsiniz. Oyunun dibine kadar RPG detaylarıyla doldurup birçoğunu kullanılmaz hale getirebilirsiniz. Oynayana çeşitlilik olsun diye yan görevler tasarlayıp, ana görevlerden bağını koparabilirsiniz. Yarattığınız o büyük dünya, rutin ve sıkıcı bir döngü hale gelebilir. (Böyle örnekler çok sayıdadır, bilirsiniz.) Ama The Witcher 3: Wild Hunt’ta bunların hiçbiri yok. Ne olduğunu iyi bilen, elinden geldiğince sadece olması gerekenlere odaklanan, en önemlisi de oyuncusunu düşünen bir oyun buldum ben karşımda.

    Her RPG oyununda olduğu gibi bu oyunda da ana görevleriniz ve yan görevleriniz olacak. Hani bu kadar büyük bir hikayenin yan görevlerle birlikte akıcılığını kaybetmemesi nasıl bir şeydir, ben anlamadım. Üç büyük gün, oyunun büyük bir bölümünü oynadım sanırım (Oyun oynarken başımın ağrımasını, gözümün yanmasını uzun süredir tatmamıştım.) ve şimdiye kadar beni sıkan, “Hadi be kardeşim, işimiz gücümüz var!” dedirten bir ana veya yan göreve rastlamadım. Her görevin ayrı bir tadı, ayrı bir hikayesi var ki bazı yan görevlerin ilerleyen zamanlarda ana hikayeye katkı sağladığını da gördüm. Ana görevler zaten adım adım karşınıza çıkıyor ama yan görevleri özellikle bulup takip etmek zorundasınız. Misal, şehir meydanlarındaki panolar, yan görevler ve bulunduğunuz haritanın sağına soluna serpiştirilmiş gizemlerle dolu. Yine karşınıza çıkan Treasure Hunt ve Witcher Contract görevlerini takip etmeyi unutmayın, çok şey kaybedersiniz.

    [title type=”h2″]Hayatta kalma mücadelesi…[/title]
    Bir RPG oyunundan derin detaylar beklersiniz, biliyorum. Ama bu detayların sizi boğmaması, kullanışlı olması, bir anlam ifade etmesi gerekir. Bu noktada The Witcher 3: Wild Hunt’ı nasıl bir zorluk seviyesinde tercih edeceğiniz önemli bir rol oynuyor. Eğer sadece hikayeye odaklanmak, geri kalan ince detayları es geçmek isterseniz, en kolay seviyeyi tercih etmenizi öneririm; çünkü bir üst kademeden itibaren işler biraz çığrından çıkıyor ve maceranız, bir çeşit yaşam kavgasına dönüşüyor.

    Velen

    Genel olarak kılıç ve büyü (Sigil) yetenekleriniz var ve bunlara ok ve bomba gibi yan ürünleri de ekleyebiliyorsunuz. Oyunun yetenek sistemi, tüm bu yetenekleri derin detayların içine doğru sürüklüyor. Hangi yeteneğinizi baskın olarak kullanıyorsanız, her level atladığınızda o yeteneğe abanmak zorundasınız ve bunları yetenek ağacınıza tek tek serpiştirerek kendinize has bir yetenek ağacı oluşturmalısınız. Hatta Mutagen denen büyülü taşlarla ağacınıza ek destek yapabilmeniz de mümkün. Yetenekleriniz renklerine göre kırmızı, mavi, yeşil ve beyaz olarak sınıflandırılmış. Hangi renk sizin için daha baskınsa, o renk Mutagen’le muhattap olmalısınız.

    Detaylar buraya kadar mı? Tabii ki hayır! Eğer Normal veya üstü zorluk seviyesinde oynarsanız kafanızı en çok yoracak şey, Crafting ve Alchemy sistemleri olacak. Bir yandan Steel ve Silver olarak ikiye ayrılan (Biri canavarlar, diğeri insanlar için. – Geralt) kılıçlarınızı geliştirmek, diğer yandan zırhınızı geliştirmek zorundasınız. Bir diğer yandan da iksirler, bombalar ve kılıçlarınıza süreceğiniz yağlar yapmak zorundasınız ki düşmanlarınızla başedebilesiniz. Bu konu oldukça önemli çünkü eğer kallavi bir yaratıkla dövüşmeye hazırlanmadan giderseniz, anında cartayı çekiyorsunuz. Hatta gitmeden önce o yaratığın nelere karşı dayanıklı ve zayıf olduğunu araştırmanız, hayatta kalmanız açısından önemli.

    Yapacağınız görevler ve topladığınız ıvır zıvırlar, para kazanmanız için yeterli olan şeyler ama The Witcher 3: Wild Hunt dünyasının ekonomisi oldukça acımasız. Öyle bir anda patır kütür para kazanamıyorsunuz. Hatta bazen bir yan görevin sonunda alacağınız parayı ya gururunuz ya da vicdanınız yüzünden reddetmek zorunda kalabiliyorsunuz. Kazandığınız parayı dikkatli harcamanız lazım ki gerçekten bu sistem üzerine çok çalışmış CD Project RED. Misal, sağlığınız için yemek yemek zorundasınız ama eğer topladığınız yiyecekler tükenmişse ve satın almak zorundaysanız, hayatın acı gerçekleriyle karşılaşabilirsiniz. Aç kaldığım bir zaman cebimdeki 100 crown’un 45’iyle 5 tane ekmek alabildim bir ara. (Ekmek yani, başka bi’şey de değil.)

    Bu arada, elinizdeki her şeyi herkese satamıyorsunuz ve alışveriş yaptığınız her Merchant’ın belli bir miktar parası var. Yani her işimi tek bir Merchant’tan görürüm diye bir beklentiniz olmasın, yazık olur. Zaten çantanızda bir süre sonra abartı bir yığılma oluştuğunu fark edeceksiniz ve ne yapsam bunları diye bu çarkın içine ister istemez dahil olacaksınız, hiç öyle “Banane yea!” falan diyecek lüksünüz yok. Sağdan soldan toplayacağınız şeyler, Alchemy ve Crafting sistemleriyle doğrudan ilgili olacak. Elinizdeki bir şeyi satmadan önce bir Crafter’a uğrayıp Dismantle seçeneğini bir yoklayın mesela. (Eşyaları parçalamaya yarıyor.) Hani satıp satmamak arasındaki o ince çizgi, ilerde büyük bedeller ödemenize yol açabiliyor. Bu irili ufaklı kararlar sıkça karşınıza çıkacak zaten. Diyorum ya, isteseniz de istemeseniz de…

    The Witcher 3: Wild Hunt dünyasındaki bir diğer para kazanma yöntemi de Gwent denen kart oyunu. Oldum olası kart oyunlarıyla aram sıcak olmadığı için bu oyun da beni sarmadı ama neymiş, ne değilmiş diye şöyle bir bakındım, ilginç bir oyuna benziyor. Hatta bu oyuna ait bir yan görevde var ki sizden kart koleksiyonunuzu tamamlamanızı bekliyor. Bunun için sırayla Gwent oyuncularına meydan okumalısınız ve en iyilerini bertaraf etmelisiniz. Diyorum ya, fazla detayına inemedim Gwent’in ama eğer severseniz siz inersiniz artık, ben uğraşamadım açıkçası.

    White Orchard

    [title type=”h2″]Kusursuzluk…[/title]
    The Witcher 3: Wild Hunt’ın kusursuz olmasına ramak kalmış ama maalesef kusursuz bir oyun değil. CD Project RED, oyunun grafik detaylarını üst seviyede tutarken fizik detaylarını geri planda bırakmış. Bazen o kadar “tırt” animasyonlarla karşılaşıyorum ki böyle bir oyunda resmen sırıtıyorlar. Misal, bir yere tırmanırken, zıplarken, bir çitin üstünden atlarken, yüksek bir yerden düşerken… Hele ki Roach diye bir atımız var, evlere şenlik! Islık çalıp çağırıyorum, en olmadık yerden çıkıp yanıma gelemiyor bile. Ben ona gideyim diyorum, benden kaçıyor. Tam bir şaşkın yani… Navigasyon sisteminde de ilginç kusurlar var mesela. Tam otomatik pilota almış yolumda gidiyorken sevgili Roach bir anda başka bir yola sapabiliyor. O an manzaraya dalıp farketmediysem gözümü çok alakasız bir yerde açabiliyorum. Hani birkaç tık daha ya, birkaç tık daha… Şunlar da olmasaydı, belki de gelmiş geçmiş en iyi oyunumu oynuyordum şu anda.

    Bahsettiğime bakmayın, tamamen görmezden geldiğim kusurlar bunlar. En azından bir süre sonra çok fazla takmamaya başlıyorsunuz ki genel kalite ortada zaten. The Witcher 3: Wild Hunt, bu senenin kesinlikle en iyi oyunu. Dikkat edin, en iyi oyunlarından biri değil, en iyi oyunu… Kesinlikle alınması, oynanması ve kolleksiyona katılması gereken bir oyun. Geralt’ın sözünü tekrar hatırlayıp noktayı koyalım: Dünyanın bir kahramana ihtiyacı yok, bir profesyonele ihtiyacı var…

    Ertekin Bayındır